| Tiyatro Kursu  | Şirket Tiyatrosu
Tiyatro Dünyası
Tiyatro Dünyası Bu Sahnede...
 
Ana Sayfa  |  Hakkımızda  |  Yazılar  |  Haberler  |  Yazarlar  |  Tiyatro Oyunları  |  Tiyatro Grupları  |  Sanatçılar  |  Kaynak  |  Duyuru Panosu  |
Vahşet Tanrısı Ankara Semalarında
Murat Örem




Son yıllarda, birbirinden sıcak geçen günlerle bezdirse de yaz, Ağustos sonrasındaki Eylül, güzeldir...

Dün de güzeldi, yarın da güzel olacak Eylül....

Ekim de çok güzeldir, kadri kıymetini anlayana, şairin dediği gibi ‘ekmeği peyniri domatesi küçümsememeyi bilene....’

Güzeldir Ekim de ...Çünkü , yazın buyurgan sıcakları kuyruğunu kısmayı bilmiş, evli evine köylü köyüne dönmüş, liselerin ardından üniversiteler de açılmış, sokaklarda yürüyenlerin ahengi kaldırımlara yansımış, doğalgaz saatleri deli deli dönmeye başlamamıştır daha Ekim’de...

Seksin bir ilimizin neredeyse dörtte birine ulaşmış sahneleriyle , tiyatroyu sevenlere daha da güzel gelir, gelmelidir Ekim....

“Gün ağarmış , temizleyiciler gelmiş sözcükler yerlerine kaçışmış ve PERDE “ denmiştir çünkü neredeyse sayıları yirmiye ulaşmış şehrimizde...

2 Ekim Cumartesi günü Ankara Küçük Sahne’deki 15.00 matinesine, maaile, ağarmış yeni sezonun duygularıyla gittik biz ,dört kişi... Eşim, ben ve biri on iki diğeri on altı yaşında iki erkek evlatla... Geçen sezon İstanbul’da fırtına gibi estiğinin yazılıp söylendiği Vahşet Tanrısı oyununu izlemek üzere....

Bilenler bilir, Ankara Ulus’taki Küçük Sahne, içinde bulunduğu tarihi Evkaf binasıyla yıllar önce yıkılmaktan son anda kurtarılarak ve bin bir badire atlatarak gelmiştir bugüne...İyi ki de gelmiştir...Yoksa , o kocaman binanın odalarında çeviriler yapan Orhan Veliler’e, Andaylar’a ve daha nice isme ne söylerdik biz ?

İnsan, hadi daha daraltarak söyleyelim, bir tiyatro sever, hayatında hiç olmazsa bir kez Ankara Küçük Sahne’de oyun izlemeli...Giriş kapısından başlayarak, tarihe tanıklık etmeli, kadife koltuklara oturmadan önce ayağının altındaki ahşabın melodisinin tadını çıkarmalı....Sonra oyunun başlamasına üç beş dakika varken oturduğu yerden başını yukarı kaldırıp vitrayları, el işi ustalığını görmeli...Yapılan restorasyonun, bir mimar gibi, uzman gibi olmasa da, hakkını teslim etmeli...

Biz de öyle yaptık...Yerimizi bulduk, lebalep dolu salonda iyi bir oyun seyredecek olmanın huzuruyla kurulduk koltuklara dört kişi ailecek...Cep telefonlarımızı sessize almak yerine kapattık ki , oyun esnasında ‘arayan var mı’ merakımıza yenilip tekrar tekrar bakmayalım diye ! Hoş , çoğunluk öyle yapmadı ...Ben bu işe başlangıçta biraz kızdım, kendi kendime söylendim ama sonrasında çok iyi olduğunu gördüm ... Neden mi ? Anlatırım onu da....

Işıklar karardı, öksürükler azaldı, fısıldaşmalar durur gibi oldu ve oyun başladı...

Bütün bir oyun boyunca, hangi toplumsal kültüre ait beden diliyle sahnede olduklarına bir türlü karar veremediklerini düşündüğüm ya da bana böyle hissettiren oyuncuların bitmek bilmeyen yuvarlak telaffuzlu , abartılı dudak hareketli sözlerine geldi sıra...

Dakikalar ilerledikçe anladık ki bu ecnebi ! iki ailenin, adölosan, buluğ veya ergenlik çağına girmiş ya da girmekte olan diye tanımlanan oğulları kavga etmişti ve çocuklardan biri diğerinin simaına! zarar vermiş bu kocaman insanlar da anne baba olarak ,meseleyi avukata havale etmeden ! medeniyet dairesi çerçevesinde çözmek için bir araya gelmişlerdi...Oyunun yaklaşık yirmi dakikası bu hasbihalle geçti , gitti...Kendi çocuklarının kavgasına dair evlatlarına toz kondurmayan Frenk anne babaları izledikçe her nedense aklıma başka şeyler geldi...Biz de çocukken böyle kavga ederdik. Dayak yediğimizde efendice eve gelir kimseye görünmeden yüzümüzü yıkar, ertesi gün bir bahaneyle yine aynı kişilerle hepimiz arkadaşlığımıza devam ederdik...Dayak yiyen de dayak atan da genellikle evde yalandan kızmış bir suratın eşliğinde büyüklerinden ‘arkadaşlık tiratları’ dinler, mızmızlanacak olursa bir Osmanlı tokadı da ev ahalisi kontenjanından yerdi; Bana arkadaşını kat’iyyen şikayet etme diye...

Oyun ve oyuncular kendi halinde oyunlarını oynarlar ve zaman geçerken yanımdaki küçük oğluma baktığımda, off poff efektleri arasında saatinin -ışığını yakmadan- fosforunu inceliyordu bilim adamı kıvamında...Eh, çocuktur yapar da, baktım bizim hanım da derin bir huzur ve sükut ikliminde kafasını koltuğa gömmüş ‘al gözüm seyreyle’ olan biteni diyordu sanki yandan yandan bana da bakarak !!!

Beni hiç sormayın...Bir yandan küçük oğlumun sıkıntılarına derman olmaya çalışırken, diğer yandan da büyük oğlanın oyun bitimindeki sigasına vereceğim cevapları hazırlıyordum kendi kendime : Yaktın bizi de beni de baba, şimdi Konur Sokak’ta bir türlü bitmeyen güzelleşme inşaatının toz toprağı arasında bile gezip tozmak varken, benim burada ne işim vardı diye diye hesap soracaktı...Biliyordum , on altı yıllık ergen abiyi....!

Eh, biri çocuktur, diğeri ergendir , anlamazlar tiyatronun uhreviyatını, maneviyatını derken ben kendi kendime , baktım hanım da, bana kızacağı zamanlardan önce, evde yaptığı gibi saçlarını yandan toplamaya, sanki ufak ufak yolmaya çalışıyor....Kendimi hiç anlatmayım...Hani sözün başında cep telefonlarını kapatmak yerine sessize alan güruhtan bahsetmiştim ya , onların telefonları sağımda solumda ateş böceği gibi yandıkça, ben de çok şükür çok şükür diye diye yeni elden geçmiş tavan işlemelerine gözlerimle zoom ! yapmaya çalışıyordum...Oyun akıyor, oyuncular oynuyordu.....

Bu arada , babalardan biri habire zır zır öten cep telefonu refakatında zararlı bir ilacın piyasaya sürülmesinin yollarını arıyordu...Anlıyorduk ki, bu baba gözü doymaz bir kapitalisttir, püsür bir adamdır ve zaten çocuğu da arkadaşını dövmüştür...Eh bunca kötülüğü ve sığlığı bünyesinde toplayan adamın çilekeş ve duyarlı karısı da boş durur mu ? O da çaresizlik ve hüzün içinde bozulan sinirlerinin de etkisiyle bir güzel sahneye kusuyordu...Diğer babayı hiç anlatmayayım...İterek mi çekerek mi kullanılan ev malzemelerini toptan satan , dünyanın her yerinde karşımıza çıkacak nezih bir Frenk babasıydı işte, o da...Gerçi zaman aktıkça hepsi zıvanadan çıktı sonra sonra ya... Oyuncuların sahnede yeri geldiğinde argo kullanmalarına yakın duran biri olarak , edilen onca argo lafın birinde bile gülememiş olmanın ezikliğini anlatmak istemem. Algı kapasitemin açığa çıkmasını da.....

Hasılı kelam, oyuncular tıpkı bir Oğuz Atay cümlesi gibi , çok iyi ve doğru bir şey yaptıklarını sanarak hakkıyla oyun oynuyorlardı...Öyle yaptıklarına gerçekten inanıyorlardı...Seyirci de kahir ekseriyetle memnundu hayatından...Sahneye kusan bir hanım aktörü canlı canlı izlemiş, insan vücudunun manidar yerlerinin sözünün edildiği bölümlere katıla katıla gülmüş, oyunun sonlarına doğru zır zır öten cep telefonunun suya atıldığını görünce çoğunluğu kadın olan seyircinin yüreğinin yağları erimiş, kendi hayatlarından sanki bir şey bulmuştu....

Sonra ne mi olmuştu ?

Yaklaşık seksen dakikanın sonunda biz faniler anlamıştık ki, şu kavanoz dipli dünyada hayatta herkes en az iki yüzlüdür/ iki yüzlüymüş....! Gerçekten bunu anlamamız için böyle bir oyuna , oyunculara, bunca emeğe, masrafa çok ihtiyacımız varmış...

Buna kesinlikle kani olmuştu efsane Ankara seyircisi gördüğüm kadarıyla..

Dört oyuncuyla başlayan oyun, tek bir sahnede, tek bir perdede, bir saat yirmi dakikada yine dört oyuncuyla bitti çok şükür....Bütün oyun boyunca önümüzde oturarak en gerekli anlarda cep telefonlarının ışığıyla tavanı bile aydınlatarak yeni yapılmış restorasyonu daha iyi incelememi sağlamış seyirciler muhabbetle yerlerinden kalkarak alkışladılar oyunu ve oyuncuyu......Adettendir, oyuncular gider gibi yapıp yapıp geri geldiklerinde , oyun oynanırken iştah ve iştihayla kahkaha atan seyircilerden biri, ıslık bile çaldı parmaklarını ağzına götürerek...İçimden, bunu bile hayatımda hiç yapamadığım için kendimi bir kez daha kınamak geçti belli belirsiz....

Sonra ışıklar yandı, çok acelesi olan seyirciler kapıdan en önce çıkmanın telaşına düştü....

Baktım büyük oğlanın yüzünde müthiş bir gülümseme: Sanki hiç bilmediği kuantum fiziğinden kurtarma sözlüsüne kalkmış da kendisine sorulmuş basit bir vektör hesabını yaparak sıkıntıyı savuşturmuş gibi mutlu bir hal var üzerinde...Küçük oğlanı ‘biliyor musun baba, saatimin içinde tam otuzdört küçük fosfor parçası varmış’ diye heyecanla anlatırken gördüm bir an...Hanımın yüzüne korkarak baktığım için yalandan bir poz takınıp “siz istiyorsanız kapının önüne çıkın da ben şu oyuncuların bir de camekan içindeki gül cemallarine bakayım” dedim...Maşaallah orası da doluydu...Az önce avuçlarını patlarcasına alkışladıkları sanatçıların ve ekibin siyah beyaz fotoğraflarına bakıp hangi dizide nasıl başarıyla oynadıklarını anlatıyorlardı birbirlerine....

Ha bu arada, malum son yıllarda hayatımız istatistik oldu...O zaman bir istatistiki bilgi de ben vereyim: İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncularının Ankara turnesinde sahnelediği Vahşet Tanrısı oyunundaki verilere göre, dört oyuncunun üçü, yani yüzde yetmiş beşi, dişlerini yeni yaptırmış gibi, tssss harfi çizerek konuşuyordu sahnede...Bu durumun devlet tiyatrolarımızda yeni bir akım veya teknik olduğuna inanmamız kuvvetle muhtemeldi....Kalan bir oyuncunun Allah var , böyle bir meziyeti yoktu ama onun da hangi meziyete sahip olduğu konusunda bir kanaate varamamıştım zihnimde , oyunu izlerken....

Dışarıda çok erken soğumuş bir Ekim ayı başı bekliyordu biz Ankaralıları...Herkes bir yerlere dağılırken Küçük Tiyatro önünden , birbirine yaslanarak yürüyen iki güzel kadıninsan gördü gözlerim....Yarım asırlık hayatlarını tiyatroya adamış bu iki güzel profesörle mesleğim gereği zaman zaman bir araya gelmiştim. Kendimi tanıttım, hatırladılar belli belirsiz.... Ben yine çok hayal kırıklığına uğradım dedim ...Yanımda küçük oğlum da vardı ve ona , öp bu iki güzel insanın elini , hayatının en anlamlı anılarından biri olacak yıllar sonra bu an dedim ona cevaplarını beklemeden...Maşaallah ne tatlıymış oğlunuz, maviymiş gözleri dediler...Anladım, söyleyemeden, söylediklerini....

Biz, aslında kaybettik, biliyor musunuz ? demek geçti içimden....
Demedim, diyemedim....

Sonra neler mi oldu ? Bir gün sonrasına ait, 3 Ekim tarihli Bir Savaş Hikayesi isimli oyunun çok önceden alınmış dört kişilik biletinin ikisi elimde kaldı....Büyük oğlum, bin altı yüz yıllık aradan sonra, hidayete ermiş gibi Pazar günü mutlaka üniversite sınavına çalışması gerektiği için bu oyuna gelemeyeceğini , kendisini affetmemi söylerken yüzümü çimdikledim ben yaşıyor muyum diye ? Hanım, ütüden, yemeklerden, Pazar gününün dağınıklığı içinde zamanının olmadığından bahsetti...Küçük oğlumu hala ikna edebilecek durumdaymışım meğer....Ankara Şinasi Sahnesi’ndeki Bir Savaş Hikayesi’ne gittik babacık oğulcuk....

Bir gün sorarsanız , anlatırım onu da uzun uzun.....

Murat Örem

Yazarın Tüm Yazıları


Paylaş      
Yorumlar

Melih Anık - ( 10/5/2010 )
Vahşet Tanrısı ile ilgili düşüncelerinizin hiç birine katılmıyorum ama yazınızı okumaktan çok keyif aldım. Merakla bekliyorum Bir Savaş Hikayesi hakkındaki yazınızı. Umarım beğendiğiniz bir oyun olmuştur. Ama onu da beğenmemişseniz beğendiğiniz bir oyunun hikayesini anlatmanızı bekleyeceğim merakla.

Korhan Enis Yavuz - ( 10/5/2010 )
Murat Örem bütün söylediklerinize katılıyorum.
Bu kadar gereksiz bir oyun olamaz.Çatışmanın kaynağı olan iki gencin birbirleriyle ilgili durumlarının nihayeti hariç herşey didik didik edildi.Seyircinin gözüne sokuldu,3.sınıf espiriler yapıldı...
Bizim izlediğimiz gece,ayağa kalkan birkaç kişi dışında kimse doğru düzgün alkışlamadı.
Umarım seyircilerin bunun gibi oyunları alkışlanmadan,salondan ayrıldığı günler de görürüz.


Serkan Kamış - ( 11/1/2010 )
Avuçlarım patlarcasına alkışladığım, alkışlarken gözyaşlarımı tutamadığım oyunlar izlediğimi hatırlıyorum... Fakat hiç bir tiyatro oyununa bu kadar çok sesli güldüğümü hatırlamıyorum... Bu yönüyle Devlet Tiyatroları için çok farklı bir yere konulmalı...

Bu Oyun Hakkındaki Görüşlerinizi Paylaşın !

İsim
Mail  (Yayınlanmayacak)
Yorum
Güvenlik Kodu= 224
Lütfen bu kodu yandaki kutuya yazınız
 

    Son Eklenen Yazılar     En Çok Okunan Güncel Yazılar
27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN (Ahmet Yapar)
YOKLAMA LİSTESİ (Skeç)
    Tüm Tiyatro Yazıları

    Bu Tarihte Yayınlanan Diğer Yazılar
    Bu yazının yayınlandığı tarihte gündemdeki diğer yazılar aşağıda listelenmiştir...

  • Yüzleşme (Yurdagül Yurtseven) - 10/21/2010
  • İmparatorluk Kuranlar (Murat Örem) - 10/21/2010
  • 16 Yıl Sonra Yeniden Gazi Set (Hakan Yozcu) - 10/21/2010
  • Başbakan'ın Çılgın Projesi, 2010 Ajansını Kurtaramaz (Üstün Akmen) - 10/16/2010
  • Bir Elimde Ud Ordan Oraya Hicran Taşıyorum... (Pınar Çekirge) - 10/16/2010
  • Renkli Banklar Apartmanı (Çocuk Oyunu) (Mustafa Firuz BOZKURT) - 10/14/2010
  • Bir Delinin Hatıra Defteri (Murat Örem) - 10/12/2010
  • Gaziantep BB Şehir Tiyatrosu ve Keşanlı Ali Destanı (Melih Anık) - 10/9/2010
  • Ben Bir Oyun Yazarıyım (Tuncer Cücenoğlu) - 10/9/2010
  • Recep Tayyip Erdoğan, AKM ile ilgili Hıncal Uluç'a konuşmuş… (Üstün Akmen) - 10/6/2010
  • Vahşet Tanrısı Ankara Semalarında (Murat Örem) - 10/5/2010
  • Operada Yenilik Var Salon Yok! (Rengin Uz) - 10/5/2010
  • İstanbul Halk Tiyatrosu Düzeni Sorguluyor: Gagarin Sokağı (Üstün Akmen) - 10/5/2010
  • 5. Yılında DOT ve Malafa (Melih Anık) - 10/4/2010
  • Lefkoşa'dan Bir -Kraliçe Lear- Geçti (Hakan Yozcu) - 10/2/2010
  • Oh Be Tiyatrocu Haluk Bilginer Konuştu! (Cem Kaynar) - 10/1/2010
  • Fısıldaşmalar Başladı (Arda Aydın) - 9/30/2010
  • Bir Sezonda İki -Dava- (Üstün Akmen) - 9/30/2010
  • Olgulara Metafizik Yöntemle Bakmak: İntiharın Genel Provası (Üstün Akmen) - 9/30/2010
  • Neden Tiyatro Kutsaldır? (Tuncay Özinel) - 9/29/2010
  • Prag'da bir Tiyatro, AKM ve Emek Sineması (Melih Anık) - 9/28/2010
  • -İntiharın Genel Provası- Olur mu? (Hakan Yozcu) - 9/28/2010
  • A. Ecder Akışık - Taziye Sayfası (Moderatör) - 9/28/2010
  • Beklan Algan - Taziye Sayfası (Moderatör) - 9/27/2010
  • Melih Anık'tan Haluk Bilginer'e Cevap: Evet ! -Kutsal-a Dokundu ! (Melih Anık) - 9/24/2010
  • Böyle Başa (Zafer Diper) - 9/24/2010
  • Türkiye Sahnesi (M. Erkul Eğilmez) - 9/24/2010
  • Tiyatrocunun Açmazı ve Maymunlaşma (Melih Anık) - 9/23/2010
  • AKM için Suç Duyurusunda Bulundum. Siz Kimden Yanasınız? (Üstün Akmen) - 9/23/2010
  • TODER ve Ali Yaylı'dan Haluk Bilginer'e Cevap (Ali Yaylı) - 9/21/2010
  • Tuncay Özinel'den Haluk Bilginer'e Cevap: Muhlis Sabahattin'den Bir Anı (Tuncay Özinel) - 9/21/2010
  • Kutsal'a Mı Dokundum? (Haluk Bilginer) - 9/20/2010
  • Hacivat - Karagöz Gölge Oyunu Tiyatrosu - İzlenim (Berkan Karasu) - 9/19/2010
  • Hayat Bazen Geçip Gidendir: 17.31 (Pınar Çekirge) - 9/18/2010
  • Sinopale ve Kaybolmak (Hülya Karakaş) - 9/13/2010
  • Yaz Bitiyor (Arda Aydın) - 9/6/2010
  • Bitlis'te Beşminare (Yurdagül Yurtseven) - 9/6/2010
  • Köroğlu Operası (Dündar İncesu) - 9/6/2010
  • Evet ile Hayır (Zafer Diper) - 9/5/2010
  • Şarkısı Olanın Fırtınası Olacaktır (Dündar İncesu) - 9/5/2010
  • Orhan için ATIŞ SERBEST mi gerçekten? (Pınar Çekirge) - 9/2/2010


  • Tiyatro Kursu Başlıyor!
    12 Şubat'tan itibaren her PAZARTESİ Kadıköy'de!
    Çalışanlara yönelik hobi sınıfı!



    Duyuru Panosu!



    Son Eklenen Tiyatro Oyunları

         Güncel Yazılar

    Yazar olmak ister misiniz?
    Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...

    Mail Listemize Üye Olun

         Güncel Haberler
    Tiyatro Maydanoz, Nazım’ın Kadınları ile Sahnede
    Tekin Deniz: Dümbüllü kavuğunu kimseye devretmedi

    Tiyatro Dünyası'nı takip Edin
     
     |  ..