| Tiyatro Kursu  | Şirket Tiyatrosu
Tiyatro Dünyası
Tiyatro Dünyası Bu Sahnede...
 
Ana Sayfa  |  Hakkımızda  |  Yazılar  |  Haberler  |  Yazarlar  |  Tiyatro Oyunları  |  Tiyatro Grupları  |  Sanatçılar  |  Kaynak  |  Duyuru Panosu  |
Bir Sezonda İki -Dava-
Üstün Akmen




İstanbullu tiyatroseverler, 2009–2010 tiyatro sezonunda Franz Kafka’nın “Dava-Der Prozess”inin iki ayrı versiyonunu izlemek olanağını buldu. Bunlardan ilki, Bakırköy Belediye Tiyatroları’nın Steven Berkoff’un uyarlaması, Ayşe Üner’in çevirisi, Turgay Kantürk’ün rejisiyle sahneye taşıdığı “Dava”ydı, diğeri ise 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali sırasında Andreas Kriegenburg’un sahne tasarımı ve yönetimi altında, Mathias Günther’in dramaturgisiyle Münchner Kammerspiele grubundan izlendi. TEB OYUN Yayın Kurulu, bu sayıda söz konusu iki ayrı yapımın birbirleriyle “mukayese”sini değil, ama ince elenip sık dokunarak irdelenmesini yeğledi. Bu görevi de bendenize verdi.

SUÇ, İNSANI KENDİSİNE ÇEKER Mİ?
Konu malûmunuzdur, bir bankada memur olarak çalışan Joseph K’nin suçla olan ilişkisi üzerine kuruludur. Joseph K, bir sabah odasına giren görevlilerden nedenini bilmediği bir şekilde suçlandığını öğrenir. Gizemli bir mahkeme tarafından, açıklanmayan bir suç nedeniyle yargılanacaktır. Oyun, masum olduğunu ispatlamak için suçunun ne olduğunu öğrenmeye çalışan K’nin suçluluk fikri ile hesaplaşma sürecini anlatır. Bu süreçte Joseph K. yalnız olmadığını fark eder. Onun gibi pek çokları daha yargılanmakta ve neden yargılandıklarını bilememektedir. Ancak K., hepsinden farklı olarak yasayı ve bürokrasiyi sorgulamaya başlayarak bir direnç geliştirir. Bu süreçte, ona kendini suçlu hissettiren her tür otoriteyle derin bir yüzleşme yaşar.

Yalnızlık, yolunu şaşırmışlık, arayış, saçma yaşamın doğallığı, kalabalıklar, yabancılaşma, kısacası modern bireyin bunalımları ya da kâbuslarıyla örülü Kafka eserlerinin büyüklüğü, hiç kuşkusuz o kâbusları hikâyeleştirmesinde değil, öyküleyiş tarzında, biçemiyle yarattığı Kafkaesk dünyasındadır. Anlattığı o akıl almaz öyküleri, en olmadık zamanda yaptığı ayrıntı aktarımları yardımıyla gerçekliğe bağlayan Kafka’nın ironisi, bir şatoyu, bir davayı ve böcekleşmiş bir bedeni, anlamlı mecazlara dönüştürür. Her karakter, her eylem ve her ayrıntı göründüğünden farklı anlamlar yüklenirken, Kafka okura kesin bir şey göstermez, ama “ima” eder. Bu “ima”cı yaklaşım, yaşamın başka sunumlarını sorgulayan daha yukarıdan bir sunum olarak işlerlik kazanır ve böylece çok katlı okumalara açılır.

“Dava”yı Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda sahneye koyan Turgay Kantürk, çok katlı okumalara açık olan romanda ve dolayısıyla Steven Berkoff’un uyarlamasında birbiriyle çatışan görüşlerin hemen hepsinden malzeme çıkarmış. Açık içeriğin altında yatan gerçek anlamı, yani bir başka deyimle “örtük içeriği” bulup çıkarmak için metni didik didik etmiş. Çağdaş bürokrasinin yarattığı sıkıntıları ve çılgınlıkları örneklerken, bunların sonucunda doğan buyurgan devleti görüntülemiş. Joseph K.’yi tanrının amansız, gizemli adaletiyle yargılanan biri olarak ele almamış. Kahramanı kurtulamadığımız ve anlayamadığımız tek ve dev dolambaçlı kurum olan bir dünya içinde çizmiş. Bu labirentte, cezalandırılan cezasının nedenini bilmiyor. Cezanın saçmalığı öylesine katlanılmaz ki, suçlanan kişi huzura kavuşabilmek için cezasına bir doğrulama bulmak istiyor. Yani bir anlamda ceza suçu arıyor. Ve sonuç olarak sanki diyor ki: “Benim yorumladığım ‘Dava’nın konusu, (dikkat ettiniz mi) ne kadar da ‘Ergenekon’a benziyor!’ Tutuklama, mahkeme etme cezalandırma aracı olarak kullanılırsa doğal olarak insan haklarının nasıl da ırzına “tasallut” ediliyor!”

Sibel Arslan Yeşilay ile Ceren Ercan’ın dramaturgik analizleri, olası gösterilenleri belirlemeye yönelik olduğuna göre, Kantürk anlamlandırıcı pratiklerle, anlamlandırmaların çokluğuyla da ilgilenmiş; metnin okunmasını, anlamının keşfedilmesini ve metnin önceden var olan anlamını açıklayacak olan sahnesel çeviriyi birbirinden ayırmaya özen göstererek, dramatik metni sahnesel denemelere açmış. Gerçeküstü gibi görünen olayları günümüze çekmiş, düşündürtmüş, ülkemizde son zamanlarda yaşanan kimi olayları anımsatarak “acaba” dedirtmiş. Acaba anlam veremediğimiz olaylardan ötürü ipimizi mi çekiyoruz? Acaba…

Ayşe Üner’in çevirisi temiz, Cem Yılmazer ise sadece yönetmenin yorumuna uyan değil, yorumunu vurgulayan, zenginleştiren, teknik olarak da yönetmene ve oyunculara sahne üzerinde kolaylıklar sağlayan, oyunun değerini artırmaya katkı sağlayan bir ortam yaratmış. Gönül Sipahioğlu’nun zevkle dizayn ettiği kostümlerin genel olarak koyu renk tonlar içermekte olduğunun bilincine vararak, ışıklamada kontrastlığı sağlamak için açık renk tonlarının kullanımı genel anlamda kullanılacak ışıklama tasarımı için gerekliyken, Joseph K’nin kâbusunu verebilmek için simgesel anlamda loş ışık kullanmış. Hareket tasarımında Sinan Temizalp, müzikte Tolga Çebi başarıyı yakalamış.

Oyunda rolleri olan ve koroda da yer alan genç oyuncular Berk Yaygın, Sefa Tantoğlu, Pervin Bağdat, Dilara Yalçın, Esra Ruşan, Evren Erler ile koro elemanları Neşem Akhan, Bulut Akkale, Burç Ara, Gözde Ayar, İpek Ayaz, Özge Çatak, Selen Domaç, Fatih Sönmez, Emel Turan görevlerini kusursuz yapıyorlar. Burada kullandığım “kusursuz” sözcüğünü laf ola değil, gerçekten kusursuz olduklarını vurgulamak için kullandığımın altını özel olarak çizmek istiyorum.

Çetin Etili, Mübaşir’e ve Yargıç’a can verirken istediği gibi rollere girip çıkabiliyor. Seçilen kodlamaya ve kabul ettiği oyun konvansiyonlarına mutlak hâkim. Müdür Yardımcısı’nda Burak Dur’un şevk yaratan bir oyun tarzı var. Aytekin Özen, Huld’da rolle arasına bilerek ve isteyerek bir uzaklık koyuyor, karakteri okuyor, bir de güzel alay ediyor. Emrah Eren, Müfettiş’i nasıl oluşturacağını, oyununun tümüyle kapsayıcı bir üstünyönelim dâhilinde nasıl biçimlendireceğini iyi bilmiş. Beyti Engin, rolünü parçalardan oluşturuyor, sonra (sinemadaki anlamıyla) kurgu yapıyor. Beyti Engin’in parçaları, sonuçta bir bütünlük yanılsaması yaratıyor ve doğalcı oyunculukla psikolojik ve davranışsal işaretler oluşturuyor.

Öğrenci’ye ve Müdür’e can veren Orhan Şimşek’in oyunculuğunda, jestüellik, ses, konuşma ve yer değiştirmelerin ritmi gibi oyunculuğun bütün bileşenleri var. Ayşe Demirel, Bayan Grubach’a fiziksel olarak hayat buldururken rolün içsel yüzeylerini de ihmal etmiyor. Orhan Kemal Aydın, özellikle Tittorelli’de yalnızca kesin değil, aynı zamanda güzel, zarif, yankılı, renkli uyumlu bir yol izliyor. Yüce olanın bayağı araçlarla, soylu olanın kaba araçlarla, güzelin biçimsiz araçlarla anlatılamayacağını biliyor Aydın. Bayan Bürstner’de Füruzan Aydın’ın, Çamaşırcı Kadın’da Gülce Uğurlu’nun canlandırdıkları karakterler, kimi yerde nesnel kavrayışın elinden kurtulur gibi oluyor, ama adlarını saydığım oyuncuların gizemli bedenleri “nesnel kavrayışın elinden kurtulur gibi olanları” anında toparlayıp yeniden sunuyor.

Edip Saner, Joseph K. kişiliğine bürünme konusundaki özel düşüncesi ya da yalnızca ona dış görünüşünü vermek için kullandığı teknik ne olursa olsun, bu sürekli yoğunlaşma ve dikkat gerektiren yolu başarıyla aşıyor ve rolle özdeşleşiyor. Defne Şener Günay, partnerine (Edip Saner) karşı tavır geliştirmediği sürece başarılı olamayacağının bu kere de bilincinde. Tiyatro dilinde “gerekçelendirme” dedikleri biçimde, Leni’ye bir eylem gerçekleştirtmeden önce eylemine bir neden yaratıyor.

Size bir şey itiraf edeyim mi?

Defne Şener Günay, her izleyişimde bana ayrı keyif veriyor, beni gönendiriyor.

SAVAŞARAK KAYBETMEDİKLERİMİZ DEĞİL MİDİR ÖNEMLİ OLAN
Bakırköy Belediye Tiyatroları yapımı “Dava”yla ilgili daha fazla söyleyecek sözüm yok, ama itiraf etmeliyim ki 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Almanya’dan gelen Münchner Kammerspiele grubu, izleyicilere başka türlü bir “Dava” izletti. Franz Kafka’nın ölümünden sonra yayımlandığı bilinen romanı “Dava”yı sahneleyen ekip kostümü, dekoru, oyunculukları, saçları ve makyajlarıyla Kafka’nın dünyasını eğlenceli bir yorumla sahneye getirmişti, ama beni izlerken hiç mi hiç eğlendirmedi, aksine hüzünlendirdi.

Oyunu sahneye koyan Andreas Kriengenburg'un (1963) çağdaş sanatla iç içe geçen son derecede özgün sahne tasarımı da fevkalade dikkat çekiciydi. Kriengenburg'un yorumunda Bay K'nin yargılanma süreci, yavaş yavaş izleyiciye doğru eğilen ve oyuncuların üzerinde dengelerini koruyarak gerçeküstü koreografiler sergiledikleri göz şeklinde dairesel bir platform üzerinden aktarılarak sahnelendi. Oyun, tam anlamıyla düz duvarda oynandı ve zaman zaman Joseph K. olarak da izleyici karşısına çıkan sekiz oyuncu, alışılagelmiş “başrol” kavramını delik deşik etti. Oyuncuların yüzleri beyaza boyalıydı, kadın-erkek tümü (nedenini anlamadım, ama) bıyıklıydı, hepsinin kısacık saçları arkaya yapıştırılarak taranmıştı ve hepsi Andrea Schraad’ın tasarladığı siyah takım elbiseler içindeydi. Böylelikle galiba anonimlik vurgulanmak istenmişti, akrobatik devinimler sessiz filmlerin efsane oyuncusu Charlie Chaplin’i akıllara getirdi. Sancılı dava sürecine, hareketli platformdaki iki masa, bir yatak ve sandalyeler üzerinde akrobatik hareketlerle can verildi. İkinci perdede, dikey platformun üzerindeki masa ve sandalyelerle yatak, yerini oyuncuların duvarda asılı kalabilmelerini sağlayan sopalara bıraktı. Davanın sıkıntısı, duvar üzerindeki şaşırtıcı performansla daha da ağırlaştı.

Bütün bunlar sahne üzerinde olurken, Andreas Kriegenburg tiyatroda yepyeninin kapısını aralamaktaydı. Aralarken yıkımı, korkuyu, umutsuzluğu betimledi, betimlerken çok önemli sanatsal ifade biçimlerini de ortaya koyuverdi. Öyle bir an geldi ki, Björn Gerum’un ışık tasarımının da desteğiyle resim, müzik ve edebiyatla tiyatronun ilişkisinde yeni ifade biçimleri denedi. Tiyatroyla felsefe yapma biçimini de derinlemesine deşti, değiştirdi. Kavramsal düşünme, yerini yavaş yavaş imgesel düşünmeye terk etti.

Kriegenburg, Kafka’sını çağının çürümesine, kokmasına, korkusuna, umutsuzluğuna aracı kılarken, aynı zamanda o döneme kadar roman sanatında görülmemiş bir biçimin de öncü figürlerinden birini çekti, ortaya getirdi. Kafka romanları, klasik, gerçekçi ya da romantik romanlardan farklı olarak, bulundukları toplumsal ortamda çaresiz kalmış, edilgen anti-kahramanların cirit attığı; bu yüzden de bu kişilerden çok “kafkaesk” adını verebileceğimiz ortamın etkinliğine katkı yaptığı romanlar olarak tanımlanır ya! Kriegenburg acayip, tekinsiz ve romandaki betimlemelerle tamamen inandırıcı görünmelerine karşın, mantığıyla kâbusları andıran “kafkaesk”in “Dava” için belirleyici ortamı oluşturmasını yeğlememişti. Metni imgesel düşünmenin bir ifade biçimi olarak değerlendirdi.

Felsefe, insanı ölüme hazırlamaktı bir zamanlar! Ama modern düşünceler ölümü öldürmedi mi? Tamam da, sonunda yaşam da ölmedi mi? Kriegenburg oyun içinde bunların altını çizdi. Yasa, insanın kendi yaşamının anlamı olabilir ve o anlam ancak onunla girilecek ilişkinin mahiyetini bilebilmekle kazanılabilirdi. Hem bu ilişki, edilgin bir şekilde yaşamakla değil, bizzat yaşamın ta kendisini Nietzschevari bir biçimde onaylama ve farklılığı olumlama ile oluşturulabilirdi. Hayatın kendisini onaylama, ölümün de yaşamın bir gerçeği olduğunu bilmekten geçmekteydi. Ölümle yüzleşmek, hayatı onaylamak için gerekli koşullardan biriydi.

Eee…
O halde?
Daha ne?
Kriengenburg bal gibi haklıydı işte!

Josef K. bir sabah tutuklandı. Ama tutuklanması onun işyerine gidip gelmesini engellemedi. Yargılamalar da mesai saatleri dışında yapılacaktı zaten. Kendisine hangi suçtan dolayı tutuklandığı söylenmedi. İlk zamanlarda bunun bir saçmalık olduğunu düşünen K., sonraları kendisini savunacak yollar aramaya koyuldu. “Dava”nın konusunun bu açık uçlu yapısı, romanı birçok açıdan yorumlama olanağı yaratabilirdi. Kriegenburg, önceleri K.’nin tutuklanmasına direniş göstermemesini, avukat tutmasını, yargıçlarla ilişki kurabilecek bütün yolları denemesini, suçsuzluğunu bilip savunma yapmayı reddetmek yerine, kabul edişini alabildiğine kınadı, K.’yi yerin dibine itti. Direnmemesini ve suçunu kabullenmesini suçla suçlunun aynı toplumun üyesi olduğunun ayırtına vardırdığı bir ayniyet içinde ele aldı ve izleyicisine iletti. K. direnmemekle suçluluğunu kabullenmiş ve ilan etmişti. “Sonuçta muhbirler de, daha üst memurlar tarafından cezalandırılabilinmektedir ve bu cezanın sorumlusu da bir bakıma K.’dir,” dedi. Ve suçlu ile suçsuzu silikleştirdi. Toplum, aynı suçun faili gibi göründü Kriegenburg’a.

Sonrasındaysa K.’nin öldürülme biçimiyle oyundaki bölümler kat be kat farklılıklar arz etti. Romanda K. adeta uysal bir kuzu gibi korkuyla, ama hiç direnmeden ölüme giderken, oyunda cellâtlarıyla dalga geçen bir K. vardı. Kriegenburg: “K.’nin suçu nedir,”i sorguladı. Yaklaştığını bildiği halde bir zulme karşı direniş gösterememek miydi suç? Uzlaşmak mıydı? Yoksa K. zaten bütün bu suçlardan suçlu olduğunun ayırtında mıydı? Kriegenburg, K.’yi, suçlu olmadığı halde savunma yapmak istemesi ve dolayısıyla uzlaşması ile suçlamaya devam etti. Suçlarken: “K. bizzat hayatta olmakla, acaba her suçun faili midir aynı zamanda,” sorusunu da akıllara yer ettirdi.

K.’nin bir türlü ulaşamadığı yüksek mahkeme, Kriegenburg’un beyninde iktidarın artık gözden yitip gitmesi ve merkezsizleşmesinin bir alegorisi miydi, yoksa insan yaşamının “saçmalığı” mıydı? Yaşama sürecini kontrolü altında bulunduramayan insanın trajedisi olamaz mıydı? Oyunun bir yerinde, yüksek mahkemenin nasıl işlediğini kimsenin bilmediği ifade edildi ya, iyi de bu bilinemeyenlerle, iktidar yapılarının öngörülemezliği arasında nasıl bir bağ vardı ki? Yüksek mahkeme bazı yorumlarda anlaşıldığı gibi, bizzat tanrı mıydı? Yoksa K. ve tüm insanlık, bu tip bir tanrı anlayışıyla biçimlenen bir kaderin edilgen tutsakları mıydı? Oyunun sonunda kendisine suçunu kabul etmesini söyleyen avukat ve rahibe karşı çıkmasını, Nietzsche’nin dekadansın iki sorumlusu olarak gördüğü Hıristiyan kilisesi ve Batı felsefesine bir karşı çıkış alegorisi olarak mı okumalıydık?

Diğer izleyenleri bilemem, ama Kriegenburg bana bütün bu soruları tek tek sordu, bendeki yanıtlarını da buldu.

Romanda mekânlar sıkışık, küçücük, hatta labirentimsi iken; Kriegenburg’da bu mekânlar yerlerini hem dikey, hem yatay aks üzerinde dönen göz biçiminde bir tünele bırakmıştı. Burada imgenin, imgelemenin ne derece önemli olduğunu anımsattı. Zira biçim olarak romanda görülen bu tezat, Kriegenburg’un mekânlarının da “kafkaesk” olduğu gerçeğinin somut örnekleriydi. Kriegenburg kendi imgelemindeki “kafkaesk”in ruhunu, ortaya koyduğu mekânlarıyla, bambaşka bir yapıda yaratmıştı. Kafka’nın romanlarındaki labirentimsi kâbus hali, Kriegenburg tarafından başka bir yöntemle, ama aynı sonucu verecek şekilde tasarlanmıştı. Ayrıca mahkeme önünde bekleyen infaz edileceklerin Kriegenburg’ca Auschwitz’e kesin bir gönderme olarak yazıldığı da ayan beyan belliydi.

Kafka şiirdi; çünkü Kafka neredeyse tamamen imgelerden, alegorilerden ve metaforlardan ibaretti. Bu anlamda, Kriegenburg da şiirselliğini ortaya koydu. Romandaki bazı fragmanları aktarırken kullandığı uzun tablolar da, “kafkaesk”in izleyici tarafından daha derinden edinilmesine olanak verdi. Ah ne yazık, ne yazık ki benim halklarıma, zaman zaman romandaki diyalogları aktarmak için kullanılan teatral mizansen ve dramaturgiyi anlamak, çoğu bu ünlü yapıtı okumuş seyirci için bugün Türkiye’nin içine sokulduğu yargılama süreci içinde izlenirken daha da basitleşti. İzleyici Andreas Kriegenburg’un anlattıklarını şıpınişi kavrayıverdi.

Kavrayıverdi de, merakımı mazur görün lütfen!

Her iki “Dava”yı da izlerken, komik iddialarla “Ergenekon Davası”nda yargılanan, yargılanmakla kalmayıp bir de temsilcisi olduğu gazete tarafından “mesleki müebbet” cezasına çaptırılan Mustafa Balbay aklıma geliverdi.

Malûmunuzdur, gazetesi Mustafa Balbay’ı “mesleki müebbet”le cezalandırıp “müeddep” Ankara temsilcisini ortadan ikiye böldü, böylece ikiye bölünen parçalardan her birini diğer parçasına yedirtti.

Çatlayacağım meraktan!

Mustafa Balbay’a; hem Turgay Kantürk’ün, hem de Kriengenburg'un “Dava”sını izledikten sonra, acaba kimler hangi utanç duvarının dibinden hiç utanmadan el etti?

Üstün Akmen
Evrensel Gazetesiz


Yazarın Tüm Yazıları


Paylaş      
Yorumlar

Bu Oyun Hakkındaki Görüşlerinizi Paylaşın !

İsim
Mail  (Yayınlanmayacak)
Yorum
Güvenlik Kodu= 677
Lütfen bu kodu yandaki kutuya yazınız
 

    Son Eklenen Yazılar     En Çok Okunan Güncel Yazılar
27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN (Ahmet Yapar)
YOKLAMA LİSTESİ (Skeç)
    Tüm Tiyatro Yazıları

    Bu Tarihte Yayınlanan Diğer Yazılar
    Bu yazının yayınlandığı tarihte gündemdeki diğer yazılar aşağıda listelenmiştir...

  • Gaziantep BB Şehir Tiyatrosu ve Keşanlı Ali Destanı (Melih Anık) - 10/9/2010
  • Ben Bir Oyun Yazarıyım (Tuncer Cücenoğlu) - 10/9/2010
  • Recep Tayyip Erdoğan, AKM ile ilgili Hıncal Uluç'a konuşmuş… (Üstün Akmen) - 10/6/2010
  • Vahşet Tanrısı Ankara Semalarında (Murat Örem) - 10/5/2010
  • Operada Yenilik Var Salon Yok! (Rengin Uz) - 10/5/2010
  • İstanbul Halk Tiyatrosu Düzeni Sorguluyor: Gagarin Sokağı (Üstün Akmen) - 10/5/2010
  • 5. Yılında DOT ve Malafa (Melih Anık) - 10/4/2010
  • Lefkoşa'dan Bir -Kraliçe Lear- Geçti (Hakan Yozcu) - 10/2/2010
  • Oh Be Tiyatrocu Haluk Bilginer Konuştu! (Cem Kaynar) - 10/1/2010
  • Fısıldaşmalar Başladı (Arda Aydın) - 9/30/2010
  • Bir Sezonda İki -Dava- (Üstün Akmen) - 9/30/2010
  • Olgulara Metafizik Yöntemle Bakmak: İntiharın Genel Provası (Üstün Akmen) - 9/30/2010
  • Neden Tiyatro Kutsaldır? (Tuncay Özinel) - 9/29/2010
  • Prag'da bir Tiyatro, AKM ve Emek Sineması (Melih Anık) - 9/28/2010
  • -İntiharın Genel Provası- Olur mu? (Hakan Yozcu) - 9/28/2010
  • A. Ecder Akışık - Taziye Sayfası (Moderatör) - 9/28/2010
  • Beklan Algan - Taziye Sayfası (Moderatör) - 9/27/2010
  • Melih Anık'tan Haluk Bilginer'e Cevap: Evet ! -Kutsal-a Dokundu ! (Melih Anık) - 9/24/2010
  • Böyle Başa (Zafer Diper) - 9/24/2010
  • Türkiye Sahnesi (M. Erkul Eğilmez) - 9/24/2010
  • Tiyatrocunun Açmazı ve Maymunlaşma (Melih Anık) - 9/23/2010
  • AKM için Suç Duyurusunda Bulundum. Siz Kimden Yanasınız? (Üstün Akmen) - 9/23/2010
  • TODER ve Ali Yaylı'dan Haluk Bilginer'e Cevap (Ali Yaylı) - 9/21/2010
  • Tuncay Özinel'den Haluk Bilginer'e Cevap: Muhlis Sabahattin'den Bir Anı (Tuncay Özinel) - 9/21/2010
  • Kutsal'a Mı Dokundum? (Haluk Bilginer) - 9/20/2010
  • Hacivat - Karagöz Gölge Oyunu Tiyatrosu - İzlenim (Berkan Karasu) - 9/19/2010
  • Hayat Bazen Geçip Gidendir: 17.31 (Pınar Çekirge) - 9/18/2010
  • Sinopale ve Kaybolmak (Hülya Karakaş) - 9/13/2010
  • Yaz Bitiyor (Arda Aydın) - 9/6/2010
  • Bitlis'te Beşminare (Yurdagül Yurtseven) - 9/6/2010
  • Köroğlu Operası (Dündar İncesu) - 9/6/2010
  • Evet ile Hayır (Zafer Diper) - 9/5/2010
  • Şarkısı Olanın Fırtınası Olacaktır (Dündar İncesu) - 9/5/2010
  • Orhan için ATIŞ SERBEST mi gerçekten? (Pınar Çekirge) - 9/2/2010
  • Sahip Çıkmak Ama Nasıl? (Tuncer Cücenoğlu) - 9/2/2010
  • Sadri Alışık Sinema ve Tiyatro Ödülleri'ne genel bir bakış (İhsan Ata) - 8/13/2010
  • PROMETHIADE: O Gün - Bir Gün Gelecek Mi? (Dündar İncesu) - 8/13/2010
  • Orada Bir Köy Var Yakında: Taylıeli (Hülya Karakaş) - 8/13/2010
  • AKM Hainliği Zanlısı Şekip Avdagiç… Ayağa Kalk! (Üstün Akmen) - 8/13/2010
  • Attempts on Her Life Üzerine (Ali Uygur Selçuk) - 8/10/2010
  • 26 Yıllık Lüküs Hayat (Hakan Yozcu) - 8/3/2010


  • Tiyatro Kursu Başlıyor!
    12 Şubat'tan itibaren her PAZARTESİ Kadıköy'de!
    Çalışanlara yönelik hobi sınıfı!



    Duyuru Panosu!



    Son Eklenen Tiyatro Oyunları

         Güncel Yazılar

    Yazar olmak ister misiniz?
    Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...

    Mail Listemize Üye Olun

         Güncel Haberler
    Tiyatro Maydanoz, Nazım’ın Kadınları ile Sahnede
    Tekin Deniz: Dümbüllü kavuğunu kimseye devretmedi

    Tiyatro Dünyası'nı takip Edin
     
     |  ..