| Tiyatro Kursu | Şirket Tiyatrosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| Ana Sayfa | Hakkımızda | Yazılar | Haberler | Yazarlar | Tiyatro Oyunları | Tiyatro Grupları | Sanatçılar | Kaynak | Duyuru Panosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Röportaj : Yiğit Güralp Tolga Kayasu - İrem Çenbertaş ÖSS sorularını çalmışlar!!! Tabi ilk duyduğumuzda oldukça garipsediğimiz bir laf..Yok artık filmlerde olur değimiz türden bir bakış. Evet filmler de olmuştu....Çok yazılan çizilen Türk sineması için dönüm noktası denilen bir film di acaba sadece seyirciler için mi??? O zamanlar daha duyulmamış ama bu filmle birlikte özdeşlenen bir isim vardı arkada Yiğit Güralp... Sınav mı onu duyurmuştu , yoksa omu Sınav’ı duyurmuştu o tartışılır ama senaristimiz için bir dönüm noktası olduğu kesin.Senaristimiz sadece Sınavla mı duyulmuştu? Hayır tabiî ki de.Son zamanlarda gençliğin Perşembe akşamları televizyona kitleyen bir diziydi Kavak Yelleri...İnsan yaptığı işlerle kendini yansıtırmış derler.Değişik bir yaşam , çok başarılı eserler.Karşımızda genç bir senarist ve biz.Ortaya çıkan röportaj ise karşınız da.. İsterseniz ilk olarak bize kendinizden, daha doğrusu bizim yaşlarımızdaki hayatınızdan söz ederek başlayalım… Ben doğma büyüme Bakırköy’lü klasik bir orta direk ailesinin çocuğuyum… Yani 80’lerde çocuk olmanın ne demek olduğunu en iyi bilen kuşaktanım… 80’li yıllarda Türkiye büyük bir değişim yaşadı ve şimdi sizin kuşağın içinde bulunduğu modern çağa birdenbire atlanıverdi… Bu Salı günü karatahtaya tebeşirle yazarken Çarşamba günü okula beyaz cilalı bir tahta alınıp “artık bu tahtaya marker denilen bu gazlı kalemlerle yazacaksınız” denilen bir dönemdi… Yani bu artık tebeşir tozu soluyup “öğretmenim ateşlendim eve gidebilir miyim” numaralarını yutturamayacağımız bir dönemin başlangıcı anlamına geliyordu. Hepimiz her gün alışık olmadığımız bir yenilikle karşılaşıyorduk… Ve küçücük bünyeler olarak günlerimiz bu değişime sersem sepelek ayak uydurmakla geçiyordu… Hani bu sizin gibi cep telefonunun ya da I-podun yeni bir modelinin çıkmasına da benzemez… Yoklukla yetinirken ve buna rahat bir yaşam derken birden gerçek varlığa doğru bir uzun atlama gibidir… Televizyonda Pembe Panter’i siyah beyaz yani “açık gri panter” olarak izlerken ve bunu izleyebilmek lüks bir şeyken birden renkli yayına geçildi ve panteri gerçek rengi olan pembe renginde izlemeye başladık… Tek kanal her şeyimizken birden TRT 2. Kanalı diye bir şey çıktı ve orada yayınlanan beş dakikalık ağaçkakan çizgi filmini izleyebilmek için ekstra bir anten takılması gerekli oldu… Daha o anteni almaya babamızı ikna edememişken özel televizyonlar ve daha neler neler hayatımıza giriverdi… Gerisini biliyorsunuz… Kupon biriktirip fasikül fasikül aldığımız ansiklopediler yerini internet ve bilgi çağına bıraktı… Ve bütün bunlar öyle çook çok uzun 60- 70 sene önce değil 15-20 sene önce yine bu ülkede meydana geldi… Siz yeni nesil gençlere yakın tarihinizi incelemenizi öneririm… Size de çok enteresan gelecektir… Ben hala evimdeki kocaman ansiklopedileri verecek bir kütüphane ya da okul arıyorum… Kimse istemiyor… Çünkü o bilgilerin hepsi internette var… Ansiklopedilerin bir gün çöp olacağını kim bilebilirdi ki… Ama şaşırmıyorum… İki yıl önceki cep telefonunuz da çoktan çöp olmadı mı? İşte geride kalan her şeyin hızla değerini yitirdiği ve bir değerler çöplüğü oluşturuşumuzu ben bunlarla açıklıyorum… Gelişmek buysa gerçekten çok acı… Ve o yıllarda siz de erken yaşta çalışmak zorunda olan gençlerden biriydiniz.15 yaşında biri olarak o zaman neler hissetmiştiniz? Evet bu hızlı gelişim o dönem “orta direk” dediğimiz “bir evi, bir yazlığı ve bir arabası” olan tüccar kesimin işlerini sekteye uğrattı… Babam da bunlardan biriydi… Üstüne ben 5. Sınıf öğrencisiyken annem babam 21 yıllık evliliklerine nokta koydular… Ben annemle kalıyordum… Annemin görme problemi vardı ve haliyle geçim sıkıntımız vardı ve ben de sadece okula gidip gelmekten daha iyisini yapabileceğime inanıyordum… Yanlış anlaşılmasın bu çalışma içgüdüsü bende hep vardı… Yani 7 yaşında ve babam iyi kazanan bir adamken de ben kimseye sormadan kafama göre köşedeki kuruyemişçiden toptan fiyatına sakız ve şekerleme alıp onları mahallede satardım… 15 yaşına kadar da emlakçılıktan, bakkal çıraklığı ve film figüranlığına kadar birçok iş yapmıştım… Ama maaşlı, bordrolu büyük bir şirkette ilk çalışmam 15 yaşından itibaren başlar… Yani lise 2. Sınıfa gidiyordum… Çalışırken eğitim durumunuzu nasıl idare ediyordunuz ayrıca hem çalışıp hem okuyan birisi için tavsiyeleriniz neler? Bu ciddi bir maaşla çalıştığım ilk işim ünlü bir hazır giyim mağazasında tezgahtarlıktı… Şimdi “satış danışmanı” deniyor. Gerçekten zordu… Bir günümün nasıl geçtiğini anlatsam sanırım anlamanıza yardımcı olurum… Sabah 7.30’da ilk ders başlıyordu ve bunun için 6’da kalmak gerekiyordu… Okul öğlen 13’e doğru bitiyordu ve saat 14’de mağazaya gidip işbaşı yapmam gerekiyordu… O arada eve gelir yemek yer ve 15 dakika uyurdum… Sonra akşam 22’ye kadar mağazada iş ve 23’e doğru eve geliş… Oturur biraz derslere bakardım ama hemen de uyurdum… O yüzden dersi derste çok iyi dinler ve kavrar işi eve bırakmazdım… Hiçbir dersten de kalmadım… Ama her şey anlattığım kadar basit olmadı… Okulda hocalarıma yanlışlıkla mağaza müdürümüz olan Bülent Bey diye hitap ettiğimi, mağazada müdürümüz Bülent Bey’e ikide bir hocam dediğimi ve evde de telefonları Galleria Mudo diye açtığımı da unutmamak lazım. Yani yorucu günlerdi… Ama iyi ki yaşamışım… Şimdi erken yaşta hayatı öğrenip bir yerlere gelmemde o günlerin payı şüphesiz ki çok büyük… Tavsiyeniz nedir önerir misiniz dersen: Evet bu kadar ağır şartlarda olmasa da bütün gençlere yaz tatillerinde ya da 17 yaşını geçtiklerinde çalışmalarını, üretime katılmalarını, hayatın gerçekleriyle erken yaşta yüzleşmelerini mutlaka tavsiye ederim… Çünkü 24-25 yaşına kadar bir tek işe bile girmeden sadece okuyan çocuklar ve gençlerin iş hayatında büyük hayal kırıklıkları yaşadıklarını ve gerçek anlamda başarılı olmadıklarına yakinen şahidim… Böyle asalak bir yaşam biçimini ben insanoğlu denen muhteşem mekanizmaya yakıştıramıyorum… Çok küçük yaşta olmanıza rağmen kariyeriniz oldukça iyi durumdaydı. Bunu neye bağlıyorsunuz? 18 yaşıma geldiğimde hem üniversite öğrencisi hem de mağaza müdürüydüm, 20 yaşında insan kaynakları yöneticisiydim ve ülke genelinde yüzlerce kişinin işe alımı ve eğitiminden sorumluydum… 23 yaşında Türkiye’nin en önemli müzisyenleriyle çalışmaya başladım… Bütün bunlar yaptığım her işi hakkını vererek hatta hak ettiğimden daha çok çalışarak yapmamla ilgili… Arkamdan herkesin iyi şeyler konuşması için paranoya derecesinde titiz davranıyordum… Ama sanıyorum gerçek püf noktası “farklı olmaktı”… Yani herkes bir işi hangi yolla yapıyorsa ben mutlaka kendime özgü alternatif bir yol bir metot geliştirirdim… Farklı olmak benim kalabalıklar içinde çabuk fark edilir olmama ve daha kolay yükselmeme neden oldu… Bu mağazacılık yaparken de böyleydi, müzik kariyerimde de böyleydi bugün sinemada da hep yaptığım şeylerin diğer yapılanlardan farklı olması dikkat çeken ilk noktadır… Sanırım altın anahtar burada… Yani farklı ve kendine özgü olmakta… Bilinen 6 renk varsa siz yedinci rengi temsil etmelisiniz… Böylece ayırt edilirsiniz… Bir yandan ekonomik dertlerle uğraşırken bir yandan da tabiri caizse sanat damarınız durmaksızın atıyordu. Mağazacılığı bırakarak daha sanata yakın yerlerde çalışmaya başladınız. Bu durum sanata bağlılığınızdan dolayı mı yoksa ekonomik nedenlerden dolayı mı böyle gelişti? Ekonomik dertlerle uğraşmak lafı sanırım aileme haksızlık olur… Onlar bana güçleri yettiğince hep destek oldular… Böyle bir yaşantıyı da sadece şartlar bunu gerektirdi diye özetlemek sanırım nankörce olur… Bunu ben seçtim… İlkokulu bitirince Galatasaray Lisesi’ne girmeye hak kazandığım halde aynı yıl annem babam boşanınca “ben o pahalı okula değil daha ucuz bir devlet okuluna gidicem” kararı da bana aitti… Lisedeyken çalışma kararı da bana aitti… Çalıştığım işlerde iyi bir yere gelmişken hayallerimi gerçekleştirmek için o işlerden ayrılıp başka işlere geçmek de benim kararım oldu… Bunlar hep dışarıdan bakıldığında delilik diye adlandırılacak şeylerdir… Kim 20 yaşında dünyanın parasını kazandığı bir işi bırakır ki… Ama ben bıraktım… Çünkü hayatımı gerçekten istediğim işi yaparak kazanmak istiyordum… O da müzik, sinema ve edebiyattı… Yazmanın, sinemanın ve müziğin içinde olduğu bir hayat biçimi de hep gerçek hedefim oldu… Mağazacılıktan sonra askere gidene kadar Universal Müzik’de geçirdiğim 5 yıl bunun ilk bölümünü oluşturdu… Askerliğinizi yaptıktan sonra bir yapım şirketinde çalışmaya başladınız ve çalışmalarınızı hayata geçirme fırsatı buldunuz. Bu dönemi de kısaca anlatabilir misiniz? Reklam filmleri, sinema, televizyon ve video klip dünyasından tanıdığımız Böcek Yapım’ın kurucu ortaklarından Ömer Faruk Sorak o dönem bir müzik şirketi kurmak istemiş… Başına geçmem için de Universal Müzik’den tanıdığı benimle çalışmak istemiş… Ortağı Nuri Sevin’le birlikte bana işi teklif ettiler… Ben de kabul ettim ve onlara 3 ay boyunca Müzik Yapımcılığının farklı ve altından kalkamayacakları yüksek maliyetli bir alan olduğunu altyapı çalışması raporlarıyla anlatmaya çalıştım… Keza müzik sektörü batma sinyalleri veriyordu… Onları bu uçuruma sürüklenebilecekleri konusunda uyardım… Birkaç başarısız girişimden sonra ikna oldular ve o işten yara almadan aynı süratle vazgeçtiler… Bu süre içinde de özellikle Nuri Sevin ve Gökhan Tuncel ile birlikte sohbet ortamlarında benim çocukluktan beri kafamda kurduğum bazı hikayelerimden bahsedildi… Onlara göre bu hikayelerin her birinden bir sinema filmi bir televizyon dizisi projesi çıkabilirdi… Yazmamı istediler… Yazılanlarda çok beğenilince özellikle TRT için birkaç projeye çalıştık… Tabii ki yeni bir yazarın bir işinin hayata geçmesinin zorluklarını benim de birebir yaşadığım bir dönemdi… Bu dönemde beni yazmak için ateşleyen Nuri Sevin’in üzerimde en az ailem kadar emeği vardır… Ama iş hayatımda üçüncü kez sil baştan yaptığım bu dönem Allah’dan çok uzun sürmedi. Ve karşımızda senaryosuyla, müzikleriyle çok konuşulan bir film ''Sınav'' ortaya çıktı… Aslında “Sınav” konu olarak bazı kişilerin basit diye tabir ettiği ama anlatım bakımından laf edilemeyecek bir yapıt. Siz “Sınav”ı nasıl görüyorsunuz… “Sınav” Türkiye’nin gerçek anlamda ilk eli yüzü düzgün gençlik filmidir… Müzikleriyle, kurgusu ve diliyle de diğer TV filmi gibi yazılıp çekilen filmlerden özellikle de “gişe filmlerinden” ayrılan gerçek bir sinema filmi, gerçek bir gişe filmidir… Hani sinema sinemada izlenir derler ya… Sınav’ı sinemada izlediğiniz zaman aldığınız tadı asla TV’de izlediğiniz zaman alamazsınız… O tamamen sinema büyüsünü işin içine katarak tasarlanmış bir projedir… Aynı zamanda Türk Filmi izleyicilerine daha iyi ve daha kaliteli filmler yapılabileceğini ispat ederek çıtayı yükseltmiş bu anlamda iddiasını ispat etmiş bir filmdir… Ve belki de en önemlisi Türk Sinemasından pek hoşlanmayan, onu ucuz ve bayağı gören Yabancı Film tutkunlarının da önyargısını yıkarak onlarında severek izleyebildiği bir Türk Filmi olabilmiştir… Bunlar yola çıkarken ki hedeflerimizdi ve hepsinin gerçekleşmiş olmasından çok mutluyuz… Sanırım Sınav piyasadaki uyuyan devi uyandırdı ve ardı arkası kesilmeyen gençlik filmleri döneminin miladı oldu… Onun yerini dolduran bir gençlik filmi daha oldu mu derseniz rakamlar ve internet üzerindeki izleyici yorumları henüz olmadığını gösteriyor. Neden ÖSS gibi bir sistemi seçtiniz sanırım sizde bu konuda dertlisiniz? ÖSS’den dertli olmayan yok… “Bir tek Türkiye’de yok bütün dünyada böyle sınavlar var yalanı” benim onaylayabileceğim bir mazeret değil… Bence isteyen herkes istediği üniversiteyi koşulsuzca okuyabilmeli… Bu konuyu burada anlatsam günlerce konuşuruz… Ama sanırım en önemli nokta bu sorunun sadece senin benim değil her yıl bir buçuk milyon öğrenci ve onların ebeveynlerinin ortak sorunu olmasıdır… Sinema çok pahalı bir sanat dalı… Burada yapımcı size milyon dolarlar yatırıyorsa projenin sahibi olarak ilk doğru soruyu siz sormalısınız… “Yiğit bu filme kim ne için gelir” demelisiniz… “Sınav” bu anlamda bu soruya daha yazılmadan önce doğru cevabı vermiş ve yine yaklaşık bir buçuk milyon kişi tarafından izlenerek tüm zamanların en çok izlenen filmlerinden biri olmuştur… Bu anlamda benim de sinema yolculuğumdaki çizgimi belli etmiş bir projedir… Ben asla sadece eş dost ve eleştirmenler arasında izlenecek bir film yapmak istemedim… Benim 3 tane seyircim olsun, sadık olsun, beni onlar izlesin, halk değil gerçek sinemaseverler anlasın bana yeter anlayışını da samimi bulmuyorum… Hangi üreten insan ürettiği şeyi daha fazla kişiye ulaştırıp paylaşmış olmaktan zevk almaz ki… Ben zevk almıyorum demek bence bunu becerememiş olanların yalanıdır… Sınav’ın müzikleriyle de siz mi uğraştınız? Sınav’ın sadece müzikleriyle değil her şeyiyle uğraştım… Bu yüzden şu ana kadar yapılmış en iyi işimdir… Dikkat ederseniz Öykü – Senaryo Yiğit Güralp yazar… Sadece senaryo değil… Ben Sınav’da bir anlamda yürütücü yapımcı olarak da bulundum… Oyuncularla ilk görüşmelerde onlara filmi anlatırken ve hangisinin ne kadar ücret alacağına kadar konuşup sözleşmelerini yaparken de hep ben vardım… Sınav’ın atmosferini, renklerini, kurgusunu, sahne sahne başka filmlerinden referanslarını hepsini, hangi rolü kimlerin oynaması gerektiğini, Tony Scott ve MTV kurgu dilini, hepsini ama hepsini Ömer Faruk Sorak’la paylaştım… Jean Claude Van Damme’ın havaalanında uçaktan arabaya yürüdüğü sahne Face Off’da Nicholas Cage’in arabadan inip jete yürürken pelerinin havalandığı sahneyle birebir aynıdır… Van Damme’a o kostümün aynısı dikilmiştir… Sınav’dan size böyle onlarca örnek sayabilirim… Yani bir film için kostümünden, müziklerine kadar en önemli olan şeyi yani filmi yaratan “dünyayı ve atmosferi” kurdum… Ömer Faruk Sorak’da kurulmuş olan bu dünyayı çok sevdiği ve içine çok sindirdiği için bir başka yönetmen yönetsin isterken hiç hesapta yokken bizzat kendi yönetmeye karar verdi… Bugün bu kararı verdiği için de son derece mutlu ve gururludur ve böyle olmak da en tabii hakkıdır… Keza hangi yönetmene böyle her şeyiyle hazır bir proje gelir ki… Müzikten söz açılmışken birçok şarkıcının çıkış parçalarında çalışmışsınız hepsi de neredeyse hala popülerliğini koruyor. Bunlarda emeğinizin olduğu çok aşikar. Her şarkının bu kadar popüler olmasına ne diyorsunuz? Universal Müzik yapımcılık anlamında her şeyin çok iyi ve doğru yapıldığı bir “recording company” idi… Müzik sektöründe iyi iş şüphesiz yüksek bütçelerle mümkündür… Müzik videosundan o videoyu yöneten yönetmene, o videonun hangi kanalda kaç kez döneceğine kadar her şey parayla mümkündür… En iyi aranjör, en iyi kayıt stüdyosu, en iyi bestecilerden söz ve müzik satın alarak repertuar almak… Biz bunların hepsini A kalite yapabileceğimiz bir ortamda çalıştık… Şu andaki müzik şirketlerinin yılda 2-3 albümü ve en fazla 3-5 sanatçısı var… Universal Müzik kataloğunda o dönem 100’e yakın artist vardı ve bunların hepsine çok klas albümler yapıldı… 5 yıllık süre zarfında ben bile 5 milyon dolarlık bütçe yöneterek 30’un üzerinde albüm çıkardım… Bunlar Türkiye için dudak uçuklatacak rakamlardır… Öyle ortalıkta ben müzikten anlıyorum diye gezmeye benzemez… Bu 30 albümün hepsi de Şebnem Ferah’dan Athena’ya, İzel’den Emel Sayın’a, Fatih Erkoç’a kadar Türkiye’nin 1 numaralı isimleriydi… Tabii ki bu kadar büyük bütçelerin döndüğü uluslararası bir şirkette sizinde iyi olmanız, burnunuzun iyi koku alması gerekir… Benim en önemli özelliğim “bu solistten ya da bu şarkıdan bir şey olur” dediğim her şeyin mutlaka zirvede yer almasıdır… Aksini söylediğim her şey de batıp kaybolmuştur… Yani sadece paranız olması değil fikrinizin de olup o parayı doğru projelere yatırmanızda önemlidir… Eğer son dönem şirketin kurmayları bir takım yolsuzluklara bulaşıp şirket kaynaklarını şahsi çıkarları için kötüye kullanmasalardı Türkiye’de müzik bugün ki çıkmazları yaşamazdı… Ama Universal gibi büyük bir yabancı sermaye sırf bu yolsuzluklar nedeniyle ülkeden elini çekti… Ortalık 3 kuruşla albüm yapmaya çalışan ve bu konuda çok da fikir sahibi olmayan insanlara kaldı… Bugün birkaç şarkı tutuluyor bir iki kişi öne çıkıyorsa bu tamamen paranın çok değil fikrin iyi olmasından kaynaklanır… Benim filmlerimde ve dizilerimde hala doğru müzik ve isimleri kullanıyor olmam benim fikirlerimin hala doğru ve geçerli olduğunun ve müzik konusunda hala iyi bir marka olduğumun bir ispatıdır… Yurtdışına açılmak isteyenler benim New York Times’daki röportajıma bakabilirler… Ben jübilemi yaptım ve orada her şeyi anlattım… Ben de bir film tutkunlarından olduğumdan film içerisindeki sözlere dikkat ederim. Mesela ''Sistem sana yamuk yaparsa sen de ona yap'' böyle sözler için çok düşünüyor musunuz? Evet… Bir projeye başladığım ve bitirdiğim zaman dilimi arasında en çok zamanı düşünmeye harcıyorum… Hani bir fikrin üzerine yatmak derler ya… Aynen öyle… Bir kuluçka dönemi yani. Okuyorum, araştırıyorum, izliyorum, uyuyorum, uyanıyorum ve ansızın belki de çok ilgisiz bir yer ve zamanda bu söz aklıma geliyor ve 15 gün sonra başka bir fikir, başka bir replik başka bir espri… Bütün bunlar biriktiğinde filmi yazmak çok daha kısa bir zamanda gerçekleşiyor… Sınav’daki bu söz gibi birçok sözüm var ve izleyiciden “bunlar size mi ait” diye çok fazla soru alıyorum… Bazıları özlü sözler okuyup kullandığımı düşünmüşler… Öyle şeylerde yaparım ama mutlaka kaynak ve kişi belirtirim… Hatta bir keresinde baktım ki benim sözlerim kendi başına birer özlü söz olmaya başlamış bana ait olduklarını belirtmek için Kavak Yelleri’nde Su karakterine “Yiğit diye bi arkadaşım vardı… Derdi ki hayatı bodrum katlarda yaşayarak geçen kişiler insanları bir çift bacaktan ibaret zannedermiş derdi” dedirtmiştim… Efe’de “Yiğit kim yaw” der ve gülüşürler. Böyle şeylere cameo deniyor aslında… Yani filmin yönetmen ya da yazarının ya da mutfağındaki bir kişinin filmin içinde görünmesi durumu… Sınav’da da açılıştaki ameliyathane sahnelerindeki doktorlardan biri benim… O da benim cameom. Kavak Yelleri demişken bir de dizi maceralarımız var ki belki sizi duyuran çalışmalardı bunlar. Televizyon çalışmalarımız nasıl başladı? Aslında Sınav olmasa dizilerde olmazdı… Çünkü yapımcılar beni orada keşfedip aramaya başladı… Televizyona büsbütün karşı değilim ancak oradaki hız bence orijinal olmaya yetecek zamanı size vermiyor… Ve ortaya kötü işler çıkıp o kötü işlerle anılmaktan çok çekiniyordum… Çünkü dediğim gibi hep farklı ve ezber bozan işler yapmakla ilgili bir hayat derdim var… Ama sonuçta bir gecede sizi 25 milyon kişi izliyorsa hayatla ilgili söylemek istediklerinizi dile getirecek televizyon gibi bir mecrayı da es geçemiyor insan… Ben her işimde alt metin olarak ön planda görünenden başka şeyler anlatmaya çalışıyorum… Görünenler, gülünenler ve eğlenilenler hep o işin sosu oluyor… İşin aroması ve nektarı ise benim gerçekten hayatla ilgili seyirciye söylemek istediklerimi oluşturuyor… O dönem Star’da program aralarında çıkan Muharrem Abi ve Bahri diye kısa kısa kukla şovlar da yazdım… Televizyonda mizahın kasıtlı olarak bitirildiği günlerde kendi kanalına ve programına laf sokan bu cesarete ve olgunluğa sahip, benim de en sevdiğim işlerimden biridir… 100 bölüm yazdım ve çektik… Hatta bir de “Yılın En Yaratıcı TV Programı” ödülümüz var… Bir ''Ümit Milli'' çalışmamız oldu ve pekte tutmadı bunu neye bağlıyorsunuz? Ümit Milli bana teklif edildiğinde benim içinde yer almak istemediğim fazla sulu zırtlak bir işti… Zaten bana projeyi teklif ettiklerinde 4. bölümü çekiyorlardı… Kanal ve yapımcı senaryodan memnun değillerdi… Ben künyede adımı yazdırmamak kaydıyla onlara danışmanlık yaptım çünkü para kazanmaya ihtiyacım vardı… Bunu yaparken de gelecekteki dizi anlayışımla ilgili bir yandan o dizi içinde marjinal şeyler denemeye başladım… Örneğin her bölümü ayrı bir film gibi düşünmek… Ona özel ve komik bir isim vermek… Bir yandan da bir seri olarak çatışmaları devam ettirebilmek gibi yabancı dizilerde yabancı meslektaşlarımızın çoktan keşfedip yıllardır uyguladığı şeyleri kendi Türk üslubumuzca denemeye başladım… Bu anlamda 7. bölümü bir parodi olarak baştan aşağı kendim yazmak istediğimi söyledim… Yapımcı da kabul etti… Parodi; bilinmiş ve çekilmiş işlerin meşhur sahne ve repliklerini alıp onun komiğini yapmaktır… Yani Scary Movie, Hot Shots, Airplane, Çıplak Silah filmleri gibi… Ben o bölümde Zerda, Aliye gibi çok tutmuş yerli dramaları tiye almaya çalıştım… Final’de de Babam ve Oğlum’un o meşhur kriz anını komik bir sahneyle yazdım… Yazarken çok eğlendim… Ekip ve oyuncularda çekerken çok eğlenmişler… İzleyici de aynı şekilde sevmiş olmalı ki çok büyük ses getirdi… Mesut Yar ertesi gün “Ümit Milli bir ilki ve zoru denedi” diye köşesinde olayı manşetten verdi… Gördüm ki denediğim şeyler iyi yapılırsa tıpkı sinemada olduğu gibi televizyonda da yerini bulabiliyordu… Sonraki son bölümler olan 2 bölümü de Senaryo Yiğit Güralp olarak yazdım ve yaz bitince dizi de bitti… Ümit Milli bu denemeler anlamında Kavak Yelleri’nin de her bölüm ayrı bir film ayrı bir şiir ayrı bir konu şablonlarını denediğim bir proje oldu… Ve bence her şeye rağmen Ümit Milli’nin benim yazdığım son üç bölümü renkleri, sanat yönetimi ve rejisi anlamında Kavak Yelleri’nin bütün bölümlerinden daha iyi çekilmiş ve hayata geçmiştir… Kavak yellerinin belki de etini, kemiğini siz oluşturdunuz. Nasıl aklınıza geldi böyle bir proje? Bu da tam olarak doğru bilinmeyen bir konu… Kavak Yelleri tamamı ile bana ait bir proje değil… Yani Sınav’daki gibi Öykü Senaryo Yiğit Güralp bir iş değil… En azından başlangıcı itibariyle… Zaten biliyorsunuz başlangıcında dizi yabancı ve çok sevilen bir iş olan “Dawson Creek” i kendisine örnek alıyor… Ve yanılmıyorsam siz de senaryoyu 3. Bölümden itibaren yazmaya başladınız… Evet aynen öyle… Ancak öncesi de var… 2005 Mart’ında dizinin yapımcısı beni Kavak Yelleri’ni yazma konusunda görüşmeye davet ettiğinde kendileri diziye neredeyse bir yıla yakın bir zamandır çalışıyorlardı… Bu süre zarfında bir çok senaristle çalışmış ama hala istedikleri kıvamda bir hikaye ve senaryo oluşturamamışlardı… Son olarak benimle görüştüklerinde ise ben projeyi yazmayı kabul etmedim… Daha önce de bahsettiğim nedenlerden ötürü televizyon ile ilgili şartların sağlıksız olduğunu düşünüyor ve televizyondan uzak durmaya çalışıyordum… Üstelik her ne kadar esinlendik dense de bu bal gibi de yabancı diziden araklanmış bir projeydi… Hal böyle olunca senaryo yazma konusunda çok da ısrar etmediler… Onlar da Efe gibi komik bir karaktere ihtiyaç duyduklarını ve en azından onun dialoglarını yazmama yardımcı olmamı istediler… Ben de sadece bu kadarını kabul ettim… Ama görülen o ki iş bu kadarıyla kalmamış… Evet diğer işlerde de olduğu gibi bunda da aynen öyle oldu. Önce Efe’nin dialoglarını yazdım… Onun esprileri ve replikleri diğer karakterlerden çok iyi ve ayrı bir yerde durunca “şu karaktere de bir el atsan”, “bunun sözleri de zayıf kalıyor” derken senaryonun neredeyse tamamı benim elimden çıkmaya başladı… 2. bölümün sonunda yapımcı “zaten bu işi artık neredeyse tamamen sen yazıyorsun. Gel bizi başkalarıyla uğraştırma” dedi… Siz de kabul ettiniz? O da dediğin kadar kolay olmadı… Çünkü ortada esinlenme adı altında bir kopyalama vardı… Dawson Creek’i hiç izlememiştim… Ama meşhur bir iş olduğunu ve Seven gibi çok sağlam bir filmin yazarı Kevin Williamson’un kaleminden çıktığını biliyordum… Yapımcıya “ya bu işin yasal iznini alın jenerikde Kevin Williamson’un adı yer alsın ya da ben bundan sonra bu işi Dawson’dan bağımsız yazarım ve öyküsü ilerleyişi bana ait olur” dedim… Onlarda ikincisini seçtiler ve bu şartlarla Kavak Yelleri’nin senaristlik koltuğuna oturmuş oldum… Senin bahsettiğin işin eti kemiği kısmının bana ait olması bundan sonra başladı… İlk işi diziden silah ve mafya bozuntusu durumları temizledim… Onu bile Türk izleyicisinin pek alışık olmadığı tarzda şık bir lunapark sahnesi ile yaptım… 3. bölümden diziyi bıraktığım 36. Bölüme kadar Kavak Yelleri’de hiçbir şöhretli oyuncusu olmayan ve sadece samimi hikayesi ve dialoglarıyla, sesli çekimi ve müzikleriyle Trükiye’nin sevip baş tacı yaptığı izlenme rekorları kırıp Türkiye’nin en pahalı en sükse yapan dizileriyle başa baş rekabet edip hatta çoğunu geride bırakan bir iş oldu… Yapılan araştırmalara göre Kavak Yellerinin en çok beğenilen bölümleri sizin olduğunuz bölümlerdi. Peki böyle güzel giden bir diziden niye ayrıldınız? Yorgundum… Dizide işler iyi gidiyordu ama benim özel hayatımda sorunlar peş peşe geliyordu… Babam bi kanser atlatmıştı… Ben o acıyla Efe’ye espri yazmak zorundaydım… Annem ciddi bir göz ameliyatı bir göz nakli geçirdi… 7. Bölümü yazıp kendi düğünüme 2 saat önce yetişip ertesi gün balayında 8. bölümü yazıyorsunuz… Bunlar acı ve ağır şeyler… Tamam bunlar bizim işimizin gerçekleri elbette ki şov devam etmeli ve bende bu şartlar altında en yüksek ratinglere ulaşan bölümler ortaya çıkardım ancak profesyonel bir yapımcı da sizi bu durumlara sokmamalı diye düşünüyorum… Kavak Yelleri’ne diğer tüm diziler gibi 1 hafta ara verilebilirdi… Ama bunu yapmadılar beni çok yordular… Tabiri caizse beni biraz dinlendirip benden daha uzun süre verim alabilecekleri yerde etimden sütümden her anlamda yararlanmayı tercih ettiler… Bunlar amatörce ve öngörüsüz hareketler… Bütün bunlarla birlikte Kavak Yelleri ön hazırlığında da zaafları olan, dersine iyi çalışılmamış ve yabancı dizideki öyküye sırtını dayamış bir işti… Ben devralınca işin öykü sorumluluğu da benim sırtıma binmişti… Pekala diziyi bir hafta hastanede, bir hafta karakolda, bir hafta o onu öperken gördü yanlış anladı şeklinde klasik pembe dizi ve drama mantığında yorulmadan da yazmaya devam edebilirdim… Zaten benden sonra da böyle devam ettiler… Ama bu benim markamla da, seyirciye olan saygımla da örtüşmeyen bir durumdu… Klişelere başvurmadan Kavak Yelleri’ni başarıya taşımıştım ve bundan sonra da klişelere başvurmak bana yakışmazdı… Tabii ki bu saydığım diziyi bırakma nedenlerimden sadece bir kaçı… Kavak Yelleri’ni bırakmaya karar verdiğimde kendimce haklı en az 10 sebebim vardı… Diziyi bırakıp kenara çekilip sakin kafayla geriye ve önüme baktığımda bunun yanına en az 100 neden daha ekleyebiliyorum… Bu anlamda doğru ve yerinde bir karar verdiğime inanıyorum… Kavak Yelleri sayfası benim için ve benim orijinal seyircim için en güzel, en doğru yerde kapandı… Yeni projeleriniz neler dizilere devam mı yoksa film mi bekliyoruz? Aslında herkes bir üçleme olarak duyurulduğu için ikinci Sınav filmini bekliyor ancak onun için biraz daha en azından 2 yıl daha beklemeleri gerekecek… Şu an Sınav’ın da yapımcısı olan Fida Film’le Türk Edebiyatı ve Türk Sinemasının önemli bir markasını yeni bir üçleme ile hayata geçirmek için çalışıyoruz… Kısmetse Ağustos’da motor denecek ve 2009 sömestrinde sinemalarda seyirci ile buluşacak… Bundan başka bir de 2009 yazında çekimlerine başlanacak, öykü ve senaryosu bana ait olan Sınav’dan sonraki ilk gerçek sinema projem diyebileceğim bir romantik komedi için çalışıyoruz… Bu yönetmenliğini de benim üstleneceğim bir proje olduğundan önümüzdeki bir yıl bu filmin ön çalışmaları için sıkı bir kamp dönemi olacak… Televizyon için ise Kavak Yelleri’nden sonra birçok proje içinden içime sinen bir iki tanesini nihayet seçebildim… Bunlardan biri bu yaz yayına girecek yeni bir Osman Sınav dizisi… Farklı bir hikaye olması, Osman Hoca’mızın benim için çok özel bir yere sahip olması, yazın başlayıp yazın bitip öteki yaz yine devam etmesi ve uzattıkça uzatılan dizilere benzemeyerek tadında bir yürüyüş seçmesi bu projede olmamla ilgili en önemli etkenler… Ancak bu projede tamamen senaryoyu üstlenmiyorum… Şu an ilk birkaç bölümü ben yazıyorum ve sonra sadece senaryo danışmanlığına devam edeceğim… Yine aynı şekilde Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın efsane “Devekuşu Kabare” oyunlarını televizyon için özel bir formatla hayata geçirecek bir projede de metin yazarı olarak yer alacağım… Gerek Osman Sınav’ın gerekse Devekuşu Kabare projesinin benim için para puldan çok sadece manevi değerlerinin büyük olması ve kıyısından köşesinden mutlaka içinde olup destek vermek istemem çok önemli… Ama Televizyonda sizi ne zaman öyküsü ve senaryosu size ait bir işte izleyebileceğiz derseniz bunun için de en azından kendi seyircime bir müjdem var… Eylül’de yeni yayın döneminde Kanal D’de Türkiye’nin çok önemli iki oyuncusunun başrolü paylaşacağı bir diziye başlıyoruz… Seyirci de severse yıl boyu devam edecek bir romantik komedi projesi olması için çalışmaya başladık bile… Özetle yine yoğun bir yıl beni bekliyor… Umarım Allah mahcup etmez diyorum… Tolga Kayasu-İrem Çenbertaş Paylaş Tweet barış - ( 4/9/2009 ) yiğit abinin röportajlarını okumak bile keyifli :) savaş alparslan - ( 9/2/2008 ) eksik ama gene de güzel olmuş aferim.. :) Nehir - ( 6/26/2012 ) Bir insan kendini cok buyuk bi zaatmis gibi bu kadar ovmez yaa.. Sanirsiniz 70 yasinda... Simdiki nesil malesef egosunu yuksek tutuyor.. E iste herkes kendini bir sekilde pazarlamaya calisiyor.. |
Tiyatro Kursu Başlıyor! 3 Ekim'den itibaren her PERŞEMBE Kadıköy'de! Çalışanlara yönelik hobi sınıfı! Duyuru Panosu!
Son Eklenen Tiyatro Oyunları
Güncel Yazılar
Yazar olmak ister misiniz? Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...
Güncel Haberler
Tiyatro Dünyası'nı takip Edin | .. |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|