| Tiyatro Kursu | Şirket Tiyatrosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| Ana Sayfa | Hakkımızda | Yazılar | Haberler | Yazarlar | Tiyatro Oyunları | Tiyatro Grupları | Sanatçılar | Kaynak | Duyuru Panosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Tehlikeli İlişkiler Zeynet Öztunca Geceleri aynaya bakmaktan korkanlardansanız bu oyunu izlemeyin. Günün en savunmasız saatlerinde o sırlı camın ardında göreceğiniz gerçeğin, içinizde saklı tuttuğunuz en gerçek benliğiniz olduğunu bilmenize rağmen aynanın önünden gözlerinizi kapatarak geçiyorsanız, henüz bu oyunu izlemeye hazır değilsiniz demektir. Çünkü loş salona girip koltuğunuza oturduğunuz o güvenli anda sahnenin üzerinden gözlerinizin içine bakan ve üç saat boyunca gözlerini sizden ayırmadan sizi izleyecek olan sürpriz bir oyuncuyla karşılaşacaksınız: Kendiniz. Choderlos de Laclos’un unutulmaz klasiği “Tehlikeli İlişkiler” bu sefer tiyatro oyunu olarak karşımıza çıkıyor. Birçok defa filme uyarlanmış bu roman belki de tarihinin en başarılı uyarlamasıyla seyircilerle buluşuyor. Yaratıcılık kelimesinin tam karşılığı niteliğindeki dehasıyla Aleksandar Popovski mektuplardan oluşmuş bir romanı öz dokusundan hiçbir şey kaybettirmeden, hatta birkaç basit tiyatro hilesi ile hikayeye bambaşka renkler katan bir uyarlama ile sahneliyor. Bu titiz çalışmaya İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncularının da başarısı eklenince otaya adına yakışır bir oyun çıkıyor: çarpıcı, kışkırtıcı, baş döndürücü, tüyler ürpertici. 18. yüzyıl Fransa’sında geçen oyun aslında herkesin aşina olduğu kavramlar etrafında şekilleniyor: hırs, tutku, şehvet, intikam, aşk. Bir kötü adam, bir kötü kadın ve onların hırslarına kurban giden birkaç figüran. Eski aşıklar Maquise de Merteuil ve Vicomte de Valmont için artık hayatta tek bir amaç kalmıştır: haz almak. Aşk ve ahlak gibi yüce kavramların bile birer oyun zemini halini aldığı hayatları, dokunduğu diğer tüm hayatları da kendi “siyah” rengine boyamaktadır; öyle ki oyunun sonunda neredeyse tüm renkler bu iki karakterin siyahına boyanmış duruma gelir. Oyunun sonunda ise çözülen düğümler hiç kimseye hak ettiği mutluluğu getirmez ve seyirci Merteuil’in acımasız cümlesinin gerçekliğine tanık olarak dehşete kapılır: “Gerçek aşkı hak edenler hiçbir zaman mutlu olamazlar”. Oyunun en çarpıcı figürü ile koltuğunuza oturup başınızı kaldırdığınız anda karşılaşıyorsunuz: Aynalar. Seyirci birazdan izleyeceklerinin aslında zaten bildiği bir şey olduğunu, sadece oyunun değil genel anlamda “tiyatro”nun zaten hayatımızın bir aynası olduğu gerçeğini en somut haliyle görüyor. Sahneyi boydan boya kaplayan bu aynaların tek işlevi elbette ki bu değil. Üç saat boyunca oyunun eli, kolu, can damarı oluyor bu aynalar. Cansız bir metnin burun deliklerinden hayat üflüyor, onu kanlı canlı bir oyun haline getiriyor; hatta sonra zaten bize dönük olan yüzündeki o samimi gülümsemesiyle elimizden tutuyor, bizi de sahneye çıkarıyor ve “oyun”, “seyirci” kavramlarını tek bir potada eritip bizi hikâyenin ta kendisi haline getiriyor. Ve seyircinin yüzüne tokat gibi inen karşılaşma sonrası oyun başlıyor. Valmont’un köşke geleceği haberi ev halkını tedirgin etmeye yetmiş. Bu “Don Juan” figürünün, 15 yaşında yeni yetişen bir genç kızın olduğu bu köşkte misafir edilmesi, 18.yüzyılın abartılı ahlak motifine elbette ki ters düşüyor ve ev sahibesi Madame de Volanges tarafından katiyetle reddediliyor. Dönemin Fransız Aristokrasisinin sert bir eleştirisi sayabileceğimiz bu oyun daha en başından bize nasıl bir maskeli balonun içinde olduğumuzun ipuçlarını veriyor. Fransız Devrimini yaşamış yazar, halk tarafından ele geçirilen yönetime rağmen hala kendi göstermelik düzenini ve kokuşmuş ahlak anlayışını sürdürmeye çalışan bu “Ancien Regime” aristokrasisini, Valmon ve Marteuil’in oyunları ve tüm ahlaksızlıklara karşı, çıkarları doğrultusunda üç maymunu oynayan diğer karakterlerin ışığında acımasızca eleştiriyor. “Saman altından su yürütmek” tabiriyle de açıklayabileceğimiz bi entrikalar zinciri tüm karakterleri içine alıyor ve buz dağının görünenle görünmeyen yüzü arasındaki fark, aynaların yansıttığı boyutun ötesinde başka bir düzenin işlediğini ve iyi ve ya kötü herkesin bu düzenin sessiz birer parçası olduğunu seyircilere kanıtlıyor. Daha oyunun bu ilk sahnesinde Marteuil bize tüm olacakların kısa bir özetini sunuyor: “Herkes farkındadır, herkes teessüf eder ama sonunda herkes alışır”. 18. yüzyıl aristokrasisisin abartılı vücut dili oyun boyunca dikkat çekici bir şekilde gözler önüne seriliyor. Özellikle Valmont ve Marteuil’in ilk karşılaşmaları ve tango figürlerini andıran tutkulu reveransları, saygı göstergesi olarak yapılan bu hareketin bile anlamını ne derecede yitirdiği ve sadece bir tutku aracı olarak kullanıldığını gösteriyor. Hedonist hayat felsefesini benimsemiş bu iki kişisinin temsil ettiği sınıfın tümü, geleneksel motifleri bile kendi çıkarları uğruna birer zevk aracı haline getirip yine o altını göremediğimiz maskenin ön yüzünden bize “her şey yolunda” imajı sunuyor. Kavramların ters yüz edildiği bu entrikalar kasırgasından “aşk” da nasibini alıyor ve bildiğimiz tüm tanımlarından sıyrılıp karşımıza pamuklara sarılı çok tehlikeli bir silah olarak çıkıyor. Her karakterin süzgecinden başka bir tanım olarak geçiyor aşk; Valmont için zevk ve hırs belirtisi iken, Marteuil için karakterini oluşturmada en büyük yapıtaşı; Cecile için daha ne olduğu bile bilinmezken, Dancency için zaman içinde şekillenen bir çıkar meselesi; Presidente de Tourvel için Tanrı yolunda bir basamak iken, Madamamoiselle de Rosemonde için yeğeninden dinlediği birkaç heyecanlı hikayeden ibaret. Elbette bu her şeyin yozlaştığı düzenin için de aşkı bildiğimiz suretiyle aramak çok da mantıklı değil. Nasıl bir kaos içinde olduğumuzu Marteuil bize yine kendi cümleleriyle hatırlatıyor: “Aşk insanın kullanabileceği bir şeydir, kuma saplanır gibi saplanıp kalmak için değil; hatırlıyor musun?” Oyunda aşk ve tutku birbirini içine öylesine geçmiş kavramlar ki çoğu zaman onları birbirinden ayırmak imkansız bir hal alıyor. Valmont ve Madame de Tourvel’in ilişkilerinde bunu çok net görebilmekteyiz. Tüm hayatını hırsları ve çıkarları üzerine kurmuş bir adam olan Valmont için aşk sevgiliye ulaşma sürecindeki o tatlı heyecandan ibaret. Evli bir kadın olan Tourvel ise bu zevki en derinden yaşayabileceği, elde etmesi zor ama süreci bir o kadar keyifli olacak bir av. Oldukça dindar ve ahlaklı bir kadın olan Tourvel için bu ilişki ne kadar imkansızsa Valmont için bir o kadar çekici çünkü Valmont’un hislerinin dalgaları arasında aşk ve tutku arasındaki o ince ayrımı görebilmek çok da olanaklı değil. Kendi bile bazen bu ayrımı yapamazken seyirci için Valmont’un Tourvel’e gerçekten aşık olup olmadığı tamamen bir soru işareti olarak kalıyor. Tüm bu karmaşanın arasında bilinçsizce savrulan ve kendi renklerini bu iki hırslı insanın oyunlarına kurban eden iki kahraman Cecile ve Dancency için ise oyun bambaşka bir yoldan ilerliyor çünkü oyunun başında ve sonunda gördüğümüz durumları birbirinden oldukça farklı. Oyun her ikisi içinde tam bir gelişim ve “kendini bulma” süreci oluyor. Cecile’in toy bir genç kızlıktan hatalarının bedelini ödeyen ve hayatın gerçek yüzü ile yüzleşmiş bir kadına dönüşmesine, Dancency’nin ise masum yüzünün ardındaki karanlık benliği ile tanışmasına tanık oluyoruz. Bekaretini ve çocukluğunu Valmont’a basit bir anahtar gibi teslim eden Cecile için ufak bir toyluk tüm hayatını şekillendirecek tatsız bir kadere dönüşüyor. Dancency ise oyunun başında karşımıza çıkan saf ve naif şövalye halini oyunun sonunda tamamen kaybederek, Marteuil’in zevkine kurban giden bir kayıp ruh olarak oyunu sonlandırıyor. Tüm bu gelişmelerin içinde seyirciyi rahatsız eden çok ciddi bir soru beliriveriyor: şimdi bu iki karakteri “kötü” olarak mı değerlendirmeli yoksa hayatın tatsız sürprizleri ve insan doğasının zaafları karşısında şekillenen karakterlerini “kötü” olarak nitelendirmek, onların nezdinde tüm insanlığa yapılan bir hakaret mi? İşte tam bu noktada ayna yeniden bize dönüyor ve bizi bize acımasızca sorgulatıyor. Ve elbette ki oyunun en can alıcı ögelerinden biri: kostümler. 18. Yüzyıl Fransa’sını tiyatro sahnesine taşıyan başarılı kıyafet tasarımlarının yanı sıra renk seçimleri ve yerinde renk değişimleri oyuna etkileyici bir hava katıyor. Oyunun ilk perdesinde tüm oyuncuların beyaz giymesi ve ikinci perdede olayların akışı ile birlikte renklerin yavaş yavaş griye ve en sonunda kopkoyu bir siyaha dönüşmesi, oyunun metinsiz bile kendisini ifade edebilecek bir anlatım gücüne ulaşmasına sebep oluyor. Basit renk değişimleri ile bilinçaltımızı ustaca kavrayan yönetmen oyunun sonunda Madame de Tourvel’e, gösterdiği tutarlı “iyilikten” dolayı hakkını vermiş ve bütün karakterlerin içinde “beyazlığını” koruyabilen tek karakter olarak onu bilinçaltımızın merhametine teslim etmiştir. Oyun Valmont’un ölümü ile son bulur. Beklendiği gibi kötüler kaybetmez, iyiler de kazanmaz. Seyirci beklediği adaleti bulamaz, yüreği ağzında, tüyleri diken diken kalakalır koltuğunda. Onu böylesine dehşete düşüren ne Valmont’un ölümüdür ne de Madam de Tourvel’in ölümcül hastalığıdır. Onu etkileyen tek şey bu “aynada gördüğü yansımadır”. Gözlerini kapatmak da fayda etmez bu defa çünkü her şey bittiğinde Madam de Rosemonde’un son sözleri tüm salonda yankılanacaktır: “…Hoşçakalın sevgili Madam; şimdi anlıyorum ki bizim felaketleri önlemekten aciz olan aklımız, bir teselli bulmamıza olsun yaramıyor.” Zeynet Öztunca 22.03.2011 21:38 Yazarın Tüm Yazıları Paylaş Tweet FERRUH - ( 4/14/2011 ) YAZDIKLARIN İLERİDE YAZCAKLARIN HABERCİSİ MÜKEMMEL İLERİDE KİTAPLARINI OKUYACAĞIZ ANLAŞILAN TABİİ ZEVKLE SELAM........ |
Tiyatro Kursu Başlıyor! 3 Ekim'den itibaren her PERŞEMBE Kadıköy'de! Çalışanlara yönelik hobi sınıfı! Duyuru Panosu!
Son Eklenen Tiyatro Oyunları
Güncel Yazılar
Yazar olmak ister misiniz? Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...
Güncel Haberler
Tiyatro Dünyası'nı takip Edin | .. |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|