| Tiyatro Kursu  | Şirket Tiyatrosu
Tiyatro Dünyası
Tiyatro Dünyası Bu Sahnede...
 
Ana Sayfa  |  Hakkımızda  |  Yazılar  |  Haberler  |  Yazarlar  |  Tiyatro Oyunları  |  Tiyatro Grupları  |  Sanatçılar  |  Kaynak  |  Duyuru Panosu  |
Pitchfork Disney: Korku Tüneli
Zeynet Öztunca




Sıradışı yazar Philip Ridley’in ilk oyunu olan “Pitchfork Disney: Korku Tüneli” genç tiyatro grubu sıfır nokta ikinin farklı yorumu ile tiyatro severlerle buluşuyor. “In your face” akımının başlıca örneklerinden olan oyun, Ridley’in “kıyamet sonrası bilimkurgusu” (post-apocalyptic fiction) tarzını çok açık bir biçimde yansıtıyor. Rahatsız eden, huzur bozan, kalp atışlarımızı hızlandıran ve belki de tüm iç korkularımıza aynı tutan bir yapıya sahip olmasıyla dikkat çeken Korku Tüneli, tiyatroyu sadece izlemek değil “yaşamak” isteyenler için kaçırılmaması gereken bir fırsat.

Bir oda, kapalı pencereler, zincirler, üst üste geçmiş kilitler, çikolatalar ve ışıltılı paketleri, haplar, uyku, çikolatalar, siyah, emzik, endişe, çikolatalar, fındık ve portakal, aile, fotoğraflar, ses, sessizlik, çikolatalar… Oyunu özetlemek için bu birkaç kelime yeterli olacaktır belki de. Doğu Londra’da kendilerini küçük evlerine kapatmış ve dış dünyadan soyutlanarak güvenli ve şizofrenik bir dünya yaratmış olan Presley ve Haley için hayat yukarıda yazmış olduğum bu birkaç kelimeden ibaret. Ortam tam da türünden beklenen nitelikte: “kıyamet sonrası”. İkinci Dünya Savaşı sonrası paranoyaklaşan insanoğlunun kendini soyut iç dünyasına kapatmasının biraz daha somutlaşmış bir örneğini görüyoruz sahnede: dış dünyaya dair nevrotik korkular besleyen, çocukluk dönemlerini çok geride bırakmış iki “yetişkin” kardeşin kendilerini renksiz ve çikolata kokulu bir eve “kilitlemeleri”nin hikayesi bu. Anne ve babalarının ölümü üzerine (nasıl olduğuna dair bir bilgimiz yok) birbirleri dışında hayatla bağlarını nerdeyse tamamen koparan bu iki genç gelecek korkuları ve geçmiş hatıraları arasında sıkışmış bir hayal-gerçek arafı yaratarak, seyircinin bile tamamen çözemediği bir “gerçekliğin” içinde kendilerini, dış dünyayı ve çocukluk korkularını sorguluyorlar. Seyirci ise neredeyse 40-50 cm ötesinde gerçekleşen olayları sadece seyretmekle kalmıyor, “in your face” hissini iliklerine kadar hissediyor ve o iki saat içinde adeta o evin bir başka üyesi olarak bu hayal-gerçek arası dünyaya üçüncü şahıs olarak dahil oluyor.

Sahneye sisli ve loş giriş, seyirciyi birazdan tanık olacaklarına hazırlar gibi. Seyirciler sandalyelerine oturup oyunun başlamasını bekleyecekken birden içeri koşarak biri giriyor ve hararetle kapıyı kilitlemeye başlıyor; zincirler, kilitler, sürgüler, bol bol demir sesi… O andan itibaren artık siz de Doğu Londra’daki o kasvetli dairenin bir parçasısınız ve yaşananlara siz de dahilsiniz. Haley odanın içinde, elinde kırmızı parlak bir çikolata paketiyle oynuyor. Dağınık saçları, siyah ve rengi solmuş kıyafetleriyle bize yetişkin bir genç kızdan çok az önce sokaktaki oyununu bırakıp gelmiş küçük bir kızı çağrıştırıyor. Presley’de de durum pek farklı değil; dağınık saçlar, solgun siyah kıyafetler ve endişeli bir yüz ifadesi. İkisinde de dikkati çeken bir diğer özellik yaşlarına rağmen inatla çocuksu bakan gözleri. Bir şeyden korkuyorlar; duyacakları en ufak bir seste koşup birbirlerine sarılacak gibiler.

Oyunun akışı boyunca odak noktası olan en önemli madde çikolata. Sahnenin dört bir yanına dağılmış irili ufaklı çeşitli renklerde çikolata paketleri gözümüze çarpıyor. Bu iki kardeş birer çikolata bağımlısı. Oyunun daha en başında aralarındaki tartışma konusunun çikolata olduğunu görerek, bu maddenin iki kardeşin hayatında nasıl da önemli bir yere sahip olduğunu anlıyor ve uzun tartışmanın sonunda bahsedilen şeyin çikolatadan çok daha fazlası olduğunu fark edip ürperiyoruz. “Meyveli-fındıklıyı sevmediğimi biliyorsun. Midemi bulandırıyor. Fındıklar... Dişlerimin arasına kaçıyor. Üzümler de... Onlar... Tatları deri parçaları gibi.” Diyor Haley. “…deri parçaları gibi.”. Tam bu noktada “post-apocalyptic” akımının o mide bulandırıcı kokusunu almaya başlıyoruz: İkinci Dünya Savaşının insanların içinde “nükleer savaş sonucu yok olma” paranoyasını uyandırması sonucu bu alt tür ortaya çıkmış ve modern dünyanın nerdeyse her bir canlısını etkilemiş olan bu korkular bu türün eserlerine çarpıcı bir biçimde yansımıştır. Savaşlar, patlamalar, bombalar, yanmış etler, ceset kokuları, terk edilmiş şehirler… Tüm bunlar bu türün vazgeçilmez öğeleri. İşte Haley’nin bu birkaç cümlesinde bu ürkütücü özden izler görmekteyiz. Dış dünyaya dair tüm güvenini yitirmiş bu genç kız, bağımlısı olduğu ve sadece zevk almak için yediği çikolatada bile dışarıda süregelen kaostan izler bulur. Tanık olduğu her şey bir şekilde genlerine işlemiştir sanki: tat alma duyusunda bile bu cehennemden izler vardır. Yaşanan travmatik olaylarla çikolatada birkaç deri parçası bulabilecek kadar bütünleşmiştir.

Çikolata imgesi bağımlılık yaratması dışında oyunun içindeki cinsel çağrışımları açısından da önemlidir. Haley’nin İsa’yı dudaklarından öpmeyi çikolata yemeye benzetmesi, hayalinde çikolatadan bir adam yediğini görmesi, aşkın çikolata ile paralelleştirilmesi, yani güzel ve çekici olan birçok şeyin çikolata ile özdeşleştirilmesi hep bu savı destekler nitelikte. Dolaylı yoldan endorfin hormonu salgılamamıza sebep olması ve bunun yarattığı cinsel dürtüler çikolatayı masum bir çocuk eğlencesinden yaramaz bir yetişkin oyuncağına dönüştürüyor. Oyunun içinde de “dışarı” kavramından tamamen soyutlanmış evlerinin içinde birbirlerinden başka kimseleri olmamasına rağmen yirmi sekiz yaşında bir kız ve bir erkeğin kendilerini hala çocuk sanmalarının altında aslında hala iki sağlıklı bedenin insancıl isteklerini barındırdığının bir ışığıdır bu bağımlılık: fiziksel yolla tadamadıkları tatmini çikolatanın yaşattığı ufak mutluluklarda aramaktadırlar.

Çikolata kavgası oyunu en çarpıcı tiratlarından birine doğru sürüklüyor: Haley’nin en son alışverişe gittiğinde yaşadığı (ya da yaşadığını hayal ettiği) hikayeyi anlattığı tirat. Bir grup köpeğin onu kovaladığından ve koşarak eski bir kiliseye sığındığından bahsediyor Haley. Oyunun en unutulmaz anlarından birini yaşıyoruz o anda, çünkü tüm oyun içinde beklenmedik inişler ve çıkışlar barındırıyor ve bu tirat da beklenmedik çıkışların en özeli ve en etkileyicisi. Çikolata üzerine yapılan masum bir kavga bir anda içinde hırlayan köpeklerin, eski kiliselerin, elinde silah olan rahiplerin olduğu bir anının su yüzüne çıkmasına bırakıyor yerini. Haley anlatırken neredeyse en baştan yaşıyor o günü. Gözleri doluyor, hırçınlaşıyor, korkuyor. Anlatılanların gerçek mi yoksa hayal mi olduğunun ayırtına varmak zor; tıpkı oyunun bütünü gibi bu tirat da bizi “tüm bunlar bir hayalden mi ibaret?” sorusuna sürüklüyor.

Haley’nin anlattıkları sıradan bir alışveriş macerasından çok daha fazlası. Bir grup köpeğin hırlamalar ve ulumalarla Haley’e saldırması akla ilk olarak bastırılmış cinsel korkuları getiriyor. Haley bu güvenli evde sadece dışarıdaki kaostan değil aynı zamanda kendi cinselliğinden de bir şekilde soyutlanmış durumdadır. Ne kadar yoksaysa da bozuk ruh durumuyla keskin bir tezat oluşturan sağlıklı bedeni bilinçaltından ona hala bir kadın olduğunu fısıldamaktadır. Bu hırlayan köpek imgeleri de bunun net birer kanıtıdır. Bu kaotik maceraya biraz daha dışarıdan baktığımızda içinde sadece cinsel öğelerin değil aynı zamanda çok keskin dinsel öğelerin de barındığını görmekteyiz. Haley, bekaretini yeni yitirmiş bir kız misali kanlar akan bacaklarıyla eski bir kiliseye doğru koşar. Köpeklere birkaç eski İncil fırtatır Haley fakat bu İnciller de köpekler tarafından paramparça edilir. Dua etmek ister ama o da olmaz, son çare olarak büyük bir haça tırmanmaya başlar, İsa’ya sarılır; hatta onu dudaklarından öper. Yine olmaz. Güvendiği son şey olan Haç ve İsa da gövdesi baltalanmış bir ağaç misali yere düşer. Tüm bu anlatılanlar Haley’nin ve onun nezdinde tüm insanlığın yaşadığı dinsel buhrana dair ip uçları vermektedir. “Post-apocalyptic” süreci tanımlarken de kullandığımız tüm o kaos ortamında insanlar yıllarca öğrendikleri tek şey olan “kurtarıcı” imgesine sığınmayı denediler fakat atılan insan yapımı bir bombanın binlerce insanı bir anda yok edebilecek kudrete sahip olduğunu görerek dine ve “kurtarıcı” mitine dair tüm anlatılanlara güvenlerini yitirdiler. İşte tam da bu noktada Haley bu küresel güvensizliği taşıyan yirmi birinci yüzyıl insanını temsil etmektedir. Kiliseye (eski, karanlık) güven kalmamıştır; İsa’nın gücü dünyada olup biten bu savaşlara bir son vermeye yetmemektedir (İsa ikonu devrilir); Haç insanlara dini haz ve güven vermekten uzaklaşmıştır çünkü artık yapay bir simgeden öteye geçememektedir (Haç ve İsa birlikte devrilirler); İnsan artık romantik çağdan çıkmış bilim çağına geçmiştir; Göğe yükselen İsa ölmüş onun yerine dudaklarından öpülebilecek kadar sıradan bir İsa gelmiştir (Haley İsa’yı dudaklarından öper). Herşeye rağmen hala garip bir tedirginlik taşır içinde insan din konusuna dair; eski hurafelerin naftalin kokusu sinmiştir bir defa genlerine, bilim çağının düşünen beyinlerinde bile hala kutsal kase arayışında olan romantik bir şövalye bulunmaktadır (Haley bu yaptığının kötü bir şey olduğunu düşünür ve bundan utanır).

Haley’e dair bir diğer önemli özellik ise güzel düş görmek amacıyla aldığı garip uyku hapları ve bunun sonucunda yaşadığı uyurgezerliktir. Bağımlılığın iyice somutlaştığı hap imgesi bize yine modern zaman insanının dinde yitirdiği manevi hazzı farklı yollarla bulmaya çalıştığını gösteriyor. İçten içe hala “Golden Age” arayışında olan insanoğlu, dinin de bunu sağlamadığını anladığında yüzünü müzik, kumar, sex, uyuşturucu gibi suni hazlara çevirmiş ve manevi tatminini bunlardan sağlamaya başlamıştır. Haley’nin “güzel düş görmek” amacıyla aldığı haplar da bu duruma somut birer örnektir.

Oyunun belki de iskeleti diyebileceğimiz olay şüphesiz ki Stray kardeşlerin hayvanat bahçesinde kaybolmalarına dair anılarıdır. Sık sık dile getirilen bu anı ikisinin de hayatlarında bir kırılma noktası olmuştur. Kaybolma hayvanat bahçesinin sürüngenler bölümünde gerçekleşmiştir ve kaybolan kişi Haley’dir. Yaşanan bu olay iki kardeş içinde travmatik etkiler taşımaktadır çünkü Haley uykusunda sürekli bu anı yaşamakta hatta yüksek sesle dile getirmektedir. Bu olay ikisi de sekiz yaşındayken yaşanmıştır fakat etkileri rüyalarda hala ilk günkü gibi görülmektedir. Rüyalar ve çocukluk korkuları deyince akla ilk gelen isim elbette ki Freud’dan başkası olamaz. Rüya Yorumları adlı kitabında Freud gördüğümüz tüm rüyaların 3 yaşından itibaren yaşadığımız, tanık olduğumuz her şeyden izler taşıdığını söylemektedir. Beynimizin hiçbir şeyi unutmadığını ve bilinçli hafızamızda hatırlamadığımız birçok şeyin bilinçaltı hafızamızda kendini taze tuttuğunu dile getirmektedir. İşte Haley için de durum böyledir; küçük bir kızken bir hayvanat bahçesinin sürüngenler bölümünde kaybolması bilinçaltında travmatik etkilere sebep olmuştur ve bilinçaltında oluşmuş bu hasar yirmi yıl sonra bile etkisini kaybetmeyerek Haley’nin uykularını cehenneme çevirmektedir.

Oyun ilerliyor ve Haley sürekli aynı soruyu soruyor: “Presley, sokağı anlatır mısın? Söz, bu son!”. Sokak, yani kaçılan ve uzak durulmaya çalışılan dış dünya Haley için kardeşinden dinlediği bir masaldan ibaret. “Siyah kara bulutlarla kaplı gökyüzü, yıldızlar,ay görünmüyor” diyor Presley ve ekliyor, “Köşedeki dükkanı hatırlıyor musun?... Yok oldu!”. Presley’nin anlattığı “sokak” tam bir “kıyamet sonrası kurgusu”. Savaşlar olmuş, bombalar atılmış, geriye sadece karanlık ve solgun bir gökyüzü kalmış; insanlar ölmüş, evler, dükkanlar talan edilmiş. Böyle bir tabloda hiç beklenmedik bir eklenti göze çarpıyor: kar yağıyor. Presley, beyaz beyaz yağan kardan bahsetmeye başlıyor birden. Yaşanan onca insanlık dışı olayın izlerini temizlemeye çalışıyor kar; yeryüzüne bulaşmış bir parça kanı beyazlığı ve masumiyetiyle temizlemeye çalışıyor. Sanki en başa dönüyor yaşam: en başta sadece “kaos” vardı ve kaosun içinden yepyeni bir hayat filizlendi, tıpkı bu gri sokakta birden yağmaya başlayan beyaz kar taneleri gibi.

Ve oyunun etkileyici çıkışlarından bir diğeri: Presley’nin yeşil bir yılanı evine alıp yağlı tavada kızartarak yemesi. Vahşetin doruk noktasına çıktığı bu anlatım, Presley’nin yanmış tavayı getirip Haley’e göstermesiyle seyirciler için de somut bir hal alıyor. Yılan imgesi oyun boyunca sık sık karşımıza çıkıyor. Haley’nin hayvanat bahçesinde kaybolduğu anı buna en güzel örnek fakat Presley’nin anısında durum biraz daha farklı. Presley bu vahşi hayvanı tıpkı sıradan bir yemek gibi yiyor ve bundan haz alıyor. Burada yazar bize yine “post-apocalyptic” kavramından bir kesit sunuyor. Doğa ile savaşan, ona boyun eğen ve onun yüceliğine inanan insan figürü yirmi birinci yüzyılda yerini doğaya hükmedebilen ve ona hürmet etmektense onu köleleştiren ve sömüren insan figürüne bırakıyor. Artık insanlar “doğa ana”ya saygı duymuyor, günümüzün ilahı teknoloji ve nükleer güçler. Artık insan doğayı yendiğini kanıtlamanın verdiği rahatlık ve kibirle onu hunharca katlediyor, açgözlüce tüketiyor. Ridley, Presley’e bu yeşil yılanı yedirirken işte tam olarak bunu düşünüyor: Doğa bir zamanlar elinde kırmızı bir elma ile insanların en zekisini bile kandırma gücüne sahipken artık insanoğlunun tabağında yağda kızartılmış bir yemek olmaktan öteye geçemiyor.

İki kardeş arasındaki ilişki sürekli iki uçta geziniyor. Bir an onları birbirlerine sarılmış sakinleşmeye çalışıyorken görüyoruz, biraz sonra ise birbirlerine vahşice ve hoyratça bağırırken. İlişkilerindeki iki uç nokta, şefkat ve zorbalık göze çarpan öğeler. Bu durumu en net görebildiğimiz sahne, Presley’nin kapıyı açmak istemesi sırasında oluşan tartışmada Haley’e emziğini vermeye çalışması. Haley emziği emmeyi reddediyor fakat Presley Haley’nin çenesini tutarak emziği zorla ağzına dayıyor. Burada çok açık bir “tecavüz” imgelemi görüyoruz. Presley dolaylı yoldan Haley’e istemediği bir şeyi yaptırıyor ve emzik öğesinin cinsel çağrışımı durumu tam bir tacavüz boyutuna taşıyor. Bunca çarpıklığın yaşandığı bu oyun düzeninde ensest göndermesi de yerini alıyor.

Haley’nin oyunun büyük bir kısmında emzik emmesi de üzerinde durulması gereken bir durum. Az önce bahsettiğimiz Freud yaklaşımı burada yeniden karşımıza çıkıyor. Anne ve babanın erken ölümüyle yaşanamamış bir çocukluk, Haley için bilinçaltında hala aşılamamış bir süreç. Yirmi sekiz yaşında olmasına rağmen hala emzik emmekten haz alması, bunu sakinleşmek için bir yol olarak görmesi bir kaçış göndermesi barındırmakta. İki kardeş kapılarını kilitleyip kendilerini eve kapatırken tek amaçları güvende olmaktı ama ne yaparlarsa yapsınlar asla tam anlamıyla o güvenliğe sahip olamayacaklarını biliyorlardı. İşte bu yüzden bilinçaltlarında kendilerine güvenli alanlar yaratma çabaları görülmektedir. Emzik emme, çikolataya sığınma, sürekli çocukluk anılarından bahsetme ve göze çarpan çocuksu tepkiler umutsuz bir biçimde ana rahmine dönme özlemini barındırıyor. Çocukluğun, hatta bebekliğin güvenli ortamına dönme özlemi, bilinçli dünyada bu izlerle su yüzüne çıkıyor. Haley’nin uyurken aldığı cenin pozisyonu da tüm bu savları destekler nitelikte.

Ve işte oyunun diğer iki kahramanı da sürece dahil oluyor: Cosmo Disney ve Pitchfork Cavalier. Tozlu camlarından gördükleri bu iki “yabancı”, Stray kardeşler için büyük bir merak ve aynı zamanda korku öğesi oluyor. Elbette ki merak duygusu daha ağır basıyor ve Haley uyumuşken Presley Cosmo’yu eve alıyor. Sonunda bu mahrem bölgeye bir “öteki” dahil oluyor ve “güven” kavramı bu noktadan itibaren çok daha derin bir biçimde sorgulanmaya başlıyor. Cosmo Disney, bu iki kardeşin neredeyse tam zıttı: neşeli, hareketli, “parıltılı”, güzel, etkileyici. Yani tam bir “öteki”. Cosmo tüm özellikleriyle “öteki olanın albenisini temsil eder. Payetli ceketi ise tam bir çikolata paketini anımsatmaktadır: en az çikolata kadar karşı konulmaz ve çekicidir. Bu durum Presley’i oldukça etkiler. Presley’de Cosmo’ya karşı aşırı bir ilgi ve merak söz konusudur. Bir şekilde ona dokunmak ister. Oyunun “homoseksüel” göndermeleri tam olarak bu noktada kendini göstermektedir: işte Presley’nin de bastırılmış duyguları su yüzüne çıkmıştır. Yıllardır aynı evde kız kardeşi ile yaşayan Presley cinsel tercihlerini sorgulama imkanı bulamamıştır fakat Cosmo’nun gelmesiyle kendi cinselliğine bir ışık doğrultur. İkisi arasındaki diyalog Presley’nin homoseksüel eğilimi konusunda net ipuçları vermektedir. Aslında Cosmo Presley’in için bir ters simetridir: her zaman olmak istediği ama korkuları ve travmaları yüzünden sürekli bastırdığı kişiliği Cosmo’da ete ve kemiğe bürünmüştür. Ayrıca oyunun ilerleyen dakikalarında Cosmo bir anne- babasının olmadığını, yumurtadan çıkıp deri değiştirdiğini söyler. Ortada yine çok açık bir yılan imgesi söz konusudur: Her şeyden habersiz, güvenli ve temkinli bir bahçe olan evlerinde sakin bir yaşam süren Presley ve Haley’nin yanına yanaşan ve tüm çekiciliği ile onları baştan çıkaran bir yılandır Cosmo.

Cosmo her şeyden önce tam bir “materyalizm” simgesidir. Tek dertleri çikolata yemek ve dış dünyadan korunmak olan Stray kardeşlerin tam tersine Cosmo gerçek dünyaya çok daha yakındır. Oyun boyunca para konusunda yorum yapan ilk kişidir. Huzur veren tek şeyin para olduğunu ve bunun için “hamamböceği bile yenebileceğini” gösterir bize. Bu renksiz eve inen bir capitalizm meleğidir Cosmo: dış dünyadan kopmuş insanlara parayı ve güzelliklerini vaaz vermeye ve onları da materyalizm dergahının birer üyesi yapmaya gelmiştir.

Presley Cosmo’ya bol bol geçmişten bahseder fakat Cosmo için bu tamamen bir saçmalıktır. Modern insanın “Seize the day” felsefesinin oyundaki tek temsilcisidir Cosmo ve Presley’e de sık sık geçmişten konuşmanın aptalca olduğunu vurgular. Presley inatla anne ve babasını anlatmaya devam etmektedir. İşte tam bu sırada Presley en önemli cümlesini söyler: “…annem ve babam bizi kaybetmeden önce…”. Bu cümle oyunun tüm izlenimi tersine çevirecek niteliktedir. Nasıl ve ne şekilde öldüğünü bilmediğimiz anne baba değil de yaklaşık iki saattir izlediğimiz bu iki kardeşin kaybolmuş olabileceğine dair bir ipucudur bu cümle. İşte şimdi seyirci de tüm bu güvensizlik ortamına dahil olmuştur: belki de herşey sadece bir rüyadan ya da hayalden ibarettir; belki de ölen anne ve babaları değil de Stray kardeşlerin ta kendisidir.

Tüm bu güvensizlik bizi yeniden Freud’un savlarına götürmektedir. “Freudian slip” (dil sürçmesi) denilen süreç, Presley’nin yaptığı bu gafı açıklamaya yarayacak bir önermedir. Freud, bilinçsizce ve o an anlamsız olacak biçimde ağzımızdan kaçan kelimelerin bilinçaltımıza dair ciddi ipuçları verdiğini söylüyor. Presley’nin burada kurduğu cümle de seyirciden oyunun başından beri saklanan bir gerçeğin bir anda ağzından kaçması durumunu bize çağrıştırıyor. Böyle düşünürsek eğer, sahnede izlediğimiz tüm şeyler aslında iki ölü insanın yaşadıklarını düşündükleri birkaç olaydan ibaret ve tüm bilinçaltı korkuları da bu hayalin içinde Cosmo ve Pitchfork isimleri altında kişiselleşiyor.

Oyunun içindeki güvensiz ortama tam anlamıyla dahil olmuşken oyunun yine etkileyici tiratlarından biri uyandırıyor bizi düşüncelerimizden. Presley Cosmo’ya hep gördüğü kabusu anlatmaya başlıyor. Pitchfork Disney adında bir katilden bahsetmeye başlıyor. Anlattıkları bizi yine bilinçaltına işlemiş çocukluk korkularına götürüyor. Akla ilk olarak Presley’nin çocukken yaşamış olabileceği bir saldırı ya da taciz geliyor. Hatırlamayı reddettiği bu olayı bilinçaltına itmiş olması, kabuslarında görülen bu katil ve saldırılarla daha da olası bir hal alıyor. Kabustaki cinsel imgeler dikkat çekiyor; çocuk olmasına rağmen sertleşmesi ve bunun için tepki alması, Presley’nin şimdi içinde bulunduğu cinsel buhrana bir gönderme gibi. Presley, bastırdığı dürtülerini, çocuksu tavırlarla örtmeye çalıştığı “büyüme” olgusunu kabuslarında gerçekleştiriyor. Boşalma anına tanık olan tezgahtarın bir erkek olması bize yine Presley’nin homoseksüel eğilimini anımsatıyor.

Kabus boyunca anlatılan zehirli atık, çorak arazi, atom bombası gibi imgeler bize yeniden “kıyamet sonrası kurgusu” akımını hatırlatıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında atılan atom bombalarının etkilerinin yarattığı travmalar Presley’nin kabusunda da su yüzüne çıkıyor. Kabusun en etkileyici kısmı ise tabii ki yüz nakli kısmı. Presley, bir şekilde kendini katille özdeşleştiriyor, onla bir olduğunu görüyor. Tam olarak bu an bize yeniden “acaba her şey bir hayal mi?” sorusunu sorduruyor. Aslında daha derin bir inceleme yaptığımızda “Pitchfork Disney “ isminin de çok net göndermelere sahip olduğunu görüyoruz. Cosmo Disney ve Pitchfork Cavalier isimlerinin birleşmesinden oluşan bu isim bu iki yabancının bir katilin bedeninde tek kişiye dönüşmesi gibi. Pitchfork Disney, Presley’nin bir çocukluk kabusu ise eğer, o zaman Cosmo Disney ve Pitchfork Cavalier de Presley’nin bilincinin oynadığı bir oyundan başka bir şey değil. Yaşamış olduğunu düşündüğümüz travmatik bir olaydan sonra ürettiği kabusu, zaten sağlıksız ve paranoyak bir ortam olan bu evin içinde, yalnızlıktan ve deliliğe yakın süreçlerinden dolayı kendi beyninde yarattığı iki karakterde su yüzüne çıkarması oldukça olası. Ve oyun bizi yeniden gerçeklik ve hayal arasındaki arafa bırakıyor. Güvensizlik yeniden tüm bilincimizi sarıyor ve biz de artık tam olarak o sapkın cehennemin bir parçası oluyoruz.

Cosmo Disney’den sonra şimdi de içeri katil imgesinin ikinci yarısı olan Pitchfork Cavalier geliyor. Yüzü maskeli. Cosmo Disney’den oldukça farklı: mükemmellikten uzak, insandan çok ayakta durmayı yeni öğrenmiş vahşi bir “homo erectus”u andırıyor. Bir nevi, kabustaki katilin o vahşi yanını Pitchfork Cavalier canlandırıyor. Maskeli olması “öteki” kavramını pekiştiriyor; karşımızdakini görürüz ama altında tam olarak ne olduğunu asla bilemeyiz.

Oyun, Cosmo ve Pitchfork’un gitmesi ve Haley’nin uyanması ile son buluyor. İki kardeş en başta olduğu gibi yeniden birbirlerine sarılıyorlar ve birbirlerine aynı kelimeyi fısıldıyorlar: “Korkuyorum”. Bu son kelime tüm oyunu özetler bir özelliğe sahip. Gerçeklik ve hayal olgularının iç içe girdiği, çocukluk- yetişkinlik, güven- güvensizlik, iyi- kötü gibi tezatlıkların içinde tüm seyircileri sorgulamaya iten bu oyun tam da “korkuyorum” kelimesinin karşılığı gibi. Modern zaman insanının içinde bulunduğu bilinçsiz travmaların sahnede çok somut bir biçimde işlenmiş halidir bu oyun. Hayatınızda bir kere olsun ölmeyi düşünsüyseniz, ölüm fikrinden fazlasıyla korkuyorsanız, mutsuz olduğunuzda hemen çikolata yiyorsanız ve tüm bunları kabul edip içinize bakmak ve en gizli korkularınızla yüzleşmek istiyorsanız hemen şimdi şu anda bu oyunu izlemelisiniz. Yirmi birinci yüzyılın doğayı reddeden vahşetini görüp ürperecek ve kendinizi Cosmo’nun sorduğu o efsanevi soruyu soruyorken bulacaksınız:
“İnsanlar yaşlılıklarından ölmüyorlar artık değil mi?”

Zeynet Öztunca
İstanbul Üniversitesi
İngiliz Dili ve Edebiyatı
17.10.2010 - 01:22


Yazarın Tüm Yazıları


Paylaş      
Yorumlar

murat mahmutyazıcıoğlu - ( 10/25/2010 )
yazınızı keyifle okudum,oyunla ilgili merak edilen,üstünde durulması geren birçok konu çok güzel anlatılmış,
tüm ekip adına sevgiler,


Zeynet - ( 10/26/2010 )
ilginiz için teşekkürler. tüm ekibi tekrar tebrik ediyorum...

Tülay Öztunca - ( 10/28/2010 )
Seni gurur duyarak candan kutluyorum prenses. Harika bir yorum olmuş. seni ileride iyi bir tiyatro eleştirmeni olarak göreceğimizden eminim tekrar tebrik ediyorum.

Bu Oyun Hakkındaki Görüşlerinizi Paylaşın !

İsim
Mail  (Yayınlanmayacak)
Yorum
Güvenlik Kodu= 849
Lütfen bu kodu yandaki kutuya yazınız
 

    Son Eklenen Yazılar     En Çok Okunan Güncel Yazılar
27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN (Ahmet Yapar)
YOKLAMA LİSTESİ (Skeç)
    Tüm Tiyatro Yazıları

    Bu Tarihte Yayınlanan Diğer Yazılar
    Bu yazının yayınlandığı tarihte gündemdeki diğer yazılar aşağıda listelenmiştir...

  • Alevli Günler - İstanbul Halk Tiyatrosu (Melih Anık) - 11/3/2010
  • Eda Bingöl Söyleşisi - Opera söylerken hiçbir şeyden almadığım zevki alıyorum! (Onur Şimşek) - 11/3/2010
  • Sûrname (-i Yiğit Sertdemir) 2010 – İstanbul BB Şehir Tiyatroları (Melih Anık) - 11/2/2010
  • ÜSTÜN AKMEN: Eleştirinin Evliya Çelebisi (Devrim Büyükacaroğlu) - 11/2/2010
  • Kan ve Ölümle Gelmişti Alemdar (Pınar Çekirge) - 11/2/2010
  • Peynir ve Yumurta; Kocaeli Şehir Tiyatroları (İhsan Ata) - 10/30/2010
  • İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda Ölüleri Gömün (Metin Boran) - 10/30/2010
  • Çocuksuz, Kocasız, Sevgilisiz, Kentsiz, Ülkesiz: Troyalı Kadınlar (Üstün Akmen) - 10/30/2010
  • Samsun Devlet Opera ve Balesi'nden Kontes Mariza (Onur Şimşek) - 10/30/2010
  • İBB Şehir Tiyatroları - Arzunun (Onda Dokuzu) Dokuz Parçası / Dokuz Kadın (Melih Anık) - 10/25/2010
  • Pitchfork Disney: Korku Tüneli (Zeynet Öztunca) - 10/25/2010
  • Engin Alkan ile Alemdar Üzerine (Sinem Özlek) - 10/25/2010
  • Sen Shakespeare'i Bilir misin Başkan? (Alaattin Emrah Özdilek) - 10/25/2010
  • Burçak Çöllü'yü Henüz Tanımıyorsunuz... (Recep Ali Aksoylu) - 10/24/2010
  • Tehlikeli İlişkiler - Dangerous Liaisons (Mustafa Göksal) - 10/22/2010
  • Tiyatro Stüdyosu 20 Yaşında (Tuncer Cücenoğlu) - 10/22/2010
  • Eyyy Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı! Sözüm Sizedir... (Üstün Akmen) - 10/22/2010
  • Tehlikeli İlişkiler - İstanbul BB Şehir Tiyatroları (Melih Anık) - 10/21/2010
  • Yüzleşme (Yurdagül Yurtseven) - 10/21/2010
  • İmparatorluk Kuranlar (Murat Örem) - 10/21/2010
  • 16 Yıl Sonra Yeniden Gazi Set (Hakan Yozcu) - 10/21/2010
  • Başbakan'ın Çılgın Projesi, 2010 Ajansını Kurtaramaz (Üstün Akmen) - 10/16/2010
  • Bir Elimde Ud Ordan Oraya Hicran Taşıyorum... (Pınar Çekirge) - 10/16/2010
  • Renkli Banklar Apartmanı (Çocuk Oyunu) (Mustafa Firuz BOZKURT) - 10/14/2010
  • Bir Delinin Hatıra Defteri (Murat Örem) - 10/12/2010
  • Gaziantep BB Şehir Tiyatrosu ve Keşanlı Ali Destanı (Melih Anık) - 10/9/2010
  • Ben Bir Oyun Yazarıyım (Tuncer Cücenoğlu) - 10/9/2010
  • Recep Tayyip Erdoğan, AKM ile ilgili Hıncal Uluç'a konuşmuş… (Üstün Akmen) - 10/6/2010
  • Vahşet Tanrısı Ankara Semalarında (Murat Örem) - 10/5/2010
  • Operada Yenilik Var Salon Yok! (Rengin Uz) - 10/5/2010
  • İstanbul Halk Tiyatrosu Düzeni Sorguluyor: Gagarin Sokağı (Üstün Akmen) - 10/5/2010
  • 5. Yılında DOT ve Malafa (Melih Anık) - 10/4/2010
  • Lefkoşa'dan Bir -Kraliçe Lear- Geçti (Hakan Yozcu) - 10/2/2010
  • Oh Be Tiyatrocu Haluk Bilginer Konuştu! (Cem Kaynar) - 10/1/2010
  • Fısıldaşmalar Başladı (Arda Aydın) - 9/30/2010
  • Bir Sezonda İki -Dava- (Üstün Akmen) - 9/30/2010
  • Olgulara Metafizik Yöntemle Bakmak: İntiharın Genel Provası (Üstün Akmen) - 9/30/2010
  • Neden Tiyatro Kutsaldır? (Tuncay Özinel) - 9/29/2010
  • Prag'da bir Tiyatro, AKM ve Emek Sineması (Melih Anık) - 9/28/2010
  • -İntiharın Genel Provası- Olur mu? (Hakan Yozcu) - 9/28/2010
  • A. Ecder Akışık - Taziye Sayfası (Moderatör) - 9/28/2010


  • Tiyatro Kursu Başlıyor!
    12 Şubat'tan itibaren her PAZARTESİ Kadıköy'de!
    Çalışanlara yönelik hobi sınıfı!



    Duyuru Panosu!



    Son Eklenen Tiyatro Oyunları

         Güncel Yazılar

    Yazar olmak ister misiniz?
    Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...

    Mail Listemize Üye Olun

         Güncel Haberler
    Tiyatro Maydanoz, Nazım’ın Kadınları ile Sahnede
    Tekin Deniz: Dümbüllü kavuğunu kimseye devretmedi

    Tiyatro Dünyası'nı takip Edin
     
     |  ..