| Tiyatro Kursu | Şirket Tiyatrosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| Ana Sayfa | Hakkımızda | Yazılar | Haberler | Yazarlar | Tiyatro Oyunları | Tiyatro Grupları | Sanatçılar | Kaynak | Duyuru Panosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Ve SEVİL AKI Pınar Çekirge - Yavuz Pak Sabahları seviyordu Fatma Aliye. " Herkes uykudaykenki sabahı. Daha kimsenin eli sabaha değmemişken... " Sahnede uçsuz bucaksız ıssızlığıyla bir çınar. Yıpranmış bir konak. Bahçe, yabanıl otların kapladığı, neredeyse unutulmuş bir bahçe. Vişne Bahçesi'ni hatırlatıyor ister istemez. Ölüm ve toprak kokuyor her yan. Kararmış tahta ve is kokuyor. Dahası, "dargın ayrılıklardan sonra"ya kalmış bir bahçe bu. Fatma Aliye içini çekti bir an:"Çünkü kendimi yaşlı hissediyorum. Otuz altı yaşındayım. Hiç evlenmedim. Zaten isteyenim de olmadı. İstanbul'dan dışarı hiç çıkmadım. Hiç yaşamamış gibiyim. Ve belki de hayat hakkında hiçbir şey öğrenemeden de öleceğim... " Yalnızlığın kanıyla beslenen o koyu, aman vermez hüzün. Aynada sonsuz iç acıların, yasak özlemlerin buğusu. Örümcek ağına yakalanmış bir sinek gibiydi Fatma Aliye. Bir yüzü hep karanlıkta. Aynaya belli belirsiz yansıyan suretine daldı bir an. Hayatın gözeneklerine saklanmış bir başka acı... ürperdi. "Sonunda bu yazlık konağa sığınmak zorunda kaldık. Bu konak da elden çıkacak diye ödüm kopuyor. Tutunacak son dalımız bu ev. Sığındığımız son saçak... " Bir gece, duvarlara sinmiş nemli gölgeler gibi, sessizce dönmüştü Talia. Bir çantayla. Yedi yıl boyunca bir bir dolaştığı taşra kentlerinden çıkıp dönmüştü. "Gece kapıyı çaldığında sırtında bir manto bile yoktu. Bu soğukta mantosuzdun! " Sustu Fatma Aliye. Gözleri ıslaktı. Hüznün adeta şehrayin yaptığı o eşsiz güzellikteki yüz hatları. Aynanın kesme kristal kıvrımlarında sofitadan düşen ışıkla kırılan eflatun, yeşil, turuncu, sarı renkler durmaksızın içiçe geçmekte. Yorgun maviler, ıssızlık yürümüş lilalar... az ötede silme acıların tutsağı Mehmene Banu. Öylece duruyor, hareketsiz. Yılgın.Şakaklarında menevişlenmiş gölgelerle isyankar La Poncia. Sinirli, kızgın. Bernarda'ya olan öfkesini gemlemeye çalışmakta. Her an patlamaya hazır bir apse sanki... İlle maun ya da gül ağacından yapılmış o konak eskisi büfe. Fatma Aliye'nin tüm umutlarını tıkıştırdığı raflar. Şarap vurgunu bir yalnızlıktan çıkıp gelmiş esirci Afet Kadın. Hani şu, edası, güzelliği, işvesi dillerde dolaşan Cihanyandı Afet... hüznün kokusu neredeyse yeni bir deri oluşturmuşcasına yapışmış üstüne. Sazıyla, sözüyle tanıyoruz Afet Kadını sadece... içdramı kimsenin umurunda değil. Oysa o kadar yaralı, o kadar yalnız ki Afet Kadın. Kısaca bir aşk baladına berdel edilmiş tüm o hayatlar. Bizim hayatlarımız bunlar. O kadınları tanıyoruz. Hepsini. Bir aşk baladına berdel edilen tüm o yasaklı duygular. Kimbilir? Sevil Akı'nın gerçek anlamda oyunculuk dersi verdiği oyunlardan fotoğraflar düşüyor gözlerimin önüne. Murathan Mungan'ın "Dört Kişilik Bahçe"sinde virtüözdü Sevil Akı. " Şark Dişçisi"nde de. 1980'lerin ilk yılları. Füsun Önal ve Hadi Çaman'nın başrollerini paylaştığı "Kelebeler Özgürdür'ün İzmit Turnesi. Sevil Akı henüz on'lu yaşlarında... izlerken oyunun büyüsüne kaptırıyor kendini. Önal'ın Jale Başar tiplemesine hayran kalıyor en çok. (Öyle ki, seneler sonra Sevinç Erbulak, Tolga Çevik'li kadrodan izlemekten kaçınıyor aynı oyunu. O bahsettiğim tılsım kaybolur diye çekiniyor, belki de. )Tiyatro ile ilk kucaklaşma desek. Yoo, tiyatro oyuncusu olmak gibi bir düşüncesi yok henüz. Büyüyünce Hukuk oluyacak, avukat veya yargıç olacak. Dava dosyalarıyla ilgilenecek sadece. Tanıklarla, ifadelerle, savunmalarla geçecek ömrü. Gel gör ki;Trakya Üniversitesi İşletme Bölümü'nde buluyor kendini. Üniversitenin tiyatro klübünde "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım"da Cemalifer, Meralifer, Latifer ile yükselen alkışlar. Farklı bir heyecan bu duyumsadığı. İlk kez yaşadığı... içine işleyen o coşku dolu alkışlar. Yıl 1989. Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Bölümü'ne başvuruyor. Ali Sürmeli ile çalışıyor bir süre giriş sınavı için, kazananlar listesinde adı yok. Düşkırıklığı mı, evet biraz. Hayır, biraz değil... çok... pek çok. Ama yolu, geleceği belli zaten serbest muhasebeci olacak... mizanlar, bilançolar, yasal defterler, mevzuatı kovalamakla uğraşacak yıllar yılı. Evlenecek bu arada, evinin kadını olacak. Siyah kolluklarıyla bir muhasebeci, neden olmasın? Oysa " insanlar değilse de kelebekler özgür" madem... bir fırsat. Bir çıkış yolu... mutlaka! 1991'de Müjdat Gezen Sanat Merkezi'ne, konservatura girememiş, ama bir biçimde tiyatroya gönül vermiş olan gençlerden biri olarak, kaydını yaptırıyor Sevil Akı. Toktamış Ateş, Savaş Dinçel, Seçkin Selvi... kimler yok ki, hocalar arasında. Sahne bilgisi, oyunculuk, sanat tarihi dersleri alıyor. Şanslı... ne yaptıysa kendi çabalarıyla yapıyor... en iyi projelerde yer alması, ödün vermeksizin bildiği yolda ilerlemesi bundan. Çok iyi yönetmen ve ekiplerle çalışıyor. Elde ettiği imkanları başarıyla değerlendiriyor. Safkan oyuncu kumaşını yetenek ve tekniğiyle beziyor her daim. Ayşegül Devrim, Erol Kesin, Engin Alkan ve kendisine Şehir Tiyatrosu'nda ilk başrolünü veren Can Doğan, elbette Ragıp Yavuz... . hepsinden, herşeyden damıttıklarını, deneyimleri ve içgüdüleriyle harmanlayarak gerçek bir dram kraliçesi oluyor kısa zamanda. Bir eleştirmenin ifadesiyle "baharatlı oyuncu"luğunu dokuyor ilmik ilmik. Ah, evet sahnede o farklı esintisi, o alıp götüren güzelliği, yaşar kıldığı her karakterde sergilediği sahicillik, o ince, yumuşak nüanslı, duru oyunculuğuyla sanki 60'lı yılların, o altın dönemin o gerçek yıldız oyuncularından rüzgarlar var bedeninde. Ayfer Feray'dan. Gülriz Sururi'den. Lale Oraloğlu, Nedret Güvenç, Meral Taygun'dan. Hatta Muazzez Kurtoğlu'ndan. Sibel Göksel'den. Tamam, kabul dram kraliçesi... ama aynı zamanda, tartışılmaz 'gerçek' bir komedi ve müzikal oyuncusu Sevil Akı... bir yıldız oyuncu. Katışıksız. Kronolojiye boşvermiş durumdayım. Roller, oyunlar, yıllar varsın birbirine karışsın, umurumda değil şu an. Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nin ilk mezunlarından biri Sevil Akı. Uğur Uludağ'ın önerisiyle E. S. E. K'de buluyor kendini. " Tükürür Kaçarım" la oyunculuğunu belki de ilk kez geniş kitlelere duyuruyor. 1997 yılı olmalı;Sevil Akı'yı "Tükürür Kaçarım" da izlediğimde, performansına hayran kalmıştım. Bir ışık seli içindeydi, sanki... sahneye o kadar yaraşıyordu ki. Nasıl desem gürül gürül oynuyor, alkışını alıyordu. Küçük Sahne'de başarısını tescillemişti. Derken, Devlet Tiyatrosu'nda Engin Cezzar'ın yönetiminde " Kadı- Bir Akdeniz Müzikali" nde dans eden kız. Ferhan Şensoy birazda Uğur Uludağ'ın zorlamasıyla gelip, " Tükürür Kaçarım" ı seyrettikten sonra, ekibi Çarşamba Turne'sine davet ediyor... nasıl bir izdiham. Yer yerinden oynuyor sanki. Alkışlar, alkışlar. Devlet Tiyatrosu'ndan ayrıldıktan sonra, Ortaoyuncular'da buluyor kendini Sevil Akı. "Haldun Taner Kabare", "Çok Tuhaf Bir Soruşturma", "Parasız Yaşamak Pahalı" da Ferhan Şensoy ile başrolde oynuyor. Uzun yıllar sonra o günleri düşündüğünde o başrollerin henüz erken olduğunu itiraf ediyor kendisine:"Çok genç... çok yolun başında, çok deneyimsizdim"dese de, başarıyla kalkmış altından tüm o rollerin. Üstelik Ferhan Şensoy'dan komedi yapmayı, seyrederek komedi yapmayı öğrenmiş. Dahası, komedide dinlemenin önemini kavramış giderek. Oyunu olmadığı günler, üst locada oturup defalarca izlemiş Şensoy'u. Dediğim gibi, izleyerek, dinleyerek, inceleyerek komedi sanatının labirentlerinde yeni yollar keşfetmiş. Ve geçen yıllar sonrasında Şensoy'dan öğrendiklerini nasıl uygulamaya koyduğunu anlatıyor içtenlikle... oyuncu kimliğini nasıl geliştirdiğini. Evet, (sözü şirazeden çıkarttığımın farkındayım yine) bir gün kendi kararıyla Orta Oyuncuların'dan ayrılıyor Sevil Akı... araştırmak, farklı oyunlarda olmak istiyor. Bütün ayarlarını sıfırlamak... baştan başlamak. Yeniden varolmak... " Bir oyuncu için sahneden seslenmek... sahnede sözünü söylemesi yeterli... " Mehmet Ulusoy'lu " Voyzeck" de koroda yer alıyor Sevil Akı. Artık İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda. " Bilir misin Pınar, kimileri koro oyuncullluğunu küçümser, hatta figüranlıkla eşdeğer görür... oysa o kadar önemlidir ki koro... keşke bugün, bir imkan olsa da, koroda yer alsam yine... " Usta çırak ilişkisine bağlıyor tiyatro kariyerini. " Ustalarım" diyor onlardan sözederken... " hayranım" demiyor. "Ustalarım... onlarla beraber çalışmak, aynı kuliste olmak, onlardan birşeyler öğerenmek lütuftu", diyor. Gözleri dalıyor bir an:"Savaş (Dinçel) Hoca'nın anekdotlarıyla öğrendik tiyatroyu. "Sonra Ayşegül Devrim var; Sevil Akı'nın alnında o ışığı hissetmesine neden olanlardan biri de Ayşegül Devrim çünkü. 1999 yılı. Ağustos ayı. Bir gecenin son saatleri... sadece dakikalar olmuş ağabeysinin evinden ayrılalı... 17 Ağustos... desem... saat 03. 02 desem... o 45 saniye. Kendini sahnede onarıyor... ama anlatırken gözlerindeki o acı dolu şehrayin... o kopkoyu kederin doruğunda... öncesiz sonrasız iki ayrılık... çadırlar... yokluk... şaşkınlık... inkar... niçin, soruları... o kabulleniş... cılk yara duyguları... kaskatı... bu korkunç acı ya inişe geçecek, ya çıldıracak. "Beş Katlı Binanın Altıncı Katı" Şehir Tiyatroları'nda ilk başrolü. Sahnede olgunlaştığını ayrımsıyor giderek. Sahnenin evi olduğunu, sahnede yaşadığını, sahnede nefes aldığını, sahnede varolduğunu anlıyor. Aşk, tutku, kin, ayrılık, uçsuz bucaksız yalnızlıkların sahnede dirim kazandığını... gövdelendirdiği her karakterle çoğaldığını. Dahası tarihten devşirilmiş , köşeye sıkıştırılmış, baş kaldırmış kadınları ustaca sergilemiş Sevil Akı... sergilemekle kalmamış biyografisine eklemiş. Sapiens kadının her tonunu, her ritmini, hemen her duygusunu, atonal müziğini bile katmış oyunculuğuna. Gerçek bir analizci bu bağlamda ve şifre çözücü. Dramdan komediye kimlik değiştirmesi ... bir diğer ifadeyle, dramatic persona olmaktan öteye geçip tüm mizansen ve mimikleriyle sahici kalabilmeyi başarması, sahnede bin yüzlü olması bundan. Yarattığı illüzyonla göz kamaştırması da. Oyunculuğa getirdiği yenilik de. Bir oyuncunun kendiyle barışık olmasına inanıyor en çok. "Kendini teşhir ediyorsun sahnede... barışık değilsen yapamazsın bunu. Eğreti kalırsın", diyor. Ve"Gılgameş". Bosna'da Mess Tiyatro Festivali'nde İştar rolüyle "en iyi kadın oyuncu" adayı olmak... "Ferhad ile Şirin" de Mehmene Banu ile ulaşılan doruk noktası. "Düğün yada Davul" da izlediği Sevil Akı'yı "Ben Anadolu" projesine dahil etmek istiyor Engin Alkan. Hümeyra'nın rahatsızlanıp ayrılmasıyla bir anda " Ben Anadolu" da buluyor kendini. Özlem Türkad, Oya Palay ile beraber. Engin Alkan'ın kendi seyircini yaratacaksın öngörüsü gerçek oluyor kısa sürede... özellikle 18-25 yaş grubundan bir fan kitlesi var ki, Sevil Akı onlar için bir role model, sazıyla, sözüyle, raksıyla bir ilahe. Vazgeçilmez bir yıldız. Dinlerken Yavuz ile fark ettiğimiz bir gerçek var, yalansız, riyasız bir samimiyet sinmiş her sözüne. O içtenlik... tılsım bu belki de.Sevil Akı'yı Sevil Akı kılan. Buğulu bir cama ilk ne yazarsın, dediğimde de " samimiyet "diyor zaten. " Sahnede içtenliğini hissetiren oyuncu, seyircisini asla düşkırıklığına uğratmaz... " İşimi yaparken yorulmuyorum hiç...çok seviyorum mesleğimi. " Oyuncu saygınlığını, prestijini yitirmemeli bu meslekte. Sahne bağışlamıyor çünkü. Hiç affetmiyor. Çok örneği var, sıradan, tekdüze ama bir o kadar da popüler işlerde sürüklenip, tiyatroyu bir tür detoks gibi görerek, arada tiyatro yapmakla bir yere varılamıyor çünkü... " Evliliği, oğlu Can'ın hayatına kattığı o tarifi güç sevgi... . Sevil Akı, Türkiye’nin böylesine önemli bir sosyal/siyasal değişim süreci yaşarken, sanatın bu sürecin dışında kalmasının olanaksız olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Bu tür süreçlerden, genelde sanatın ve özelde tiyatronun etkilenmeden, hatta yara almadan geçmesi zordur. İktidar aygıtlarının devasa gücü karşısında ancak kendisini “savunmaya” çalışabilir. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, sanatın tarihinin hiçbir zaman salt sanatçıların tarihi olmadığını, siyasal aktörler ve süreçlerin bu tarih içinde şu ya da bu biçimde ama mutlaka bir rol oynadıklarını görürüz. Türkiye’de yapılan tartışmalara baktığımızda da, gerçekte sanat üzerine bir tartışma yürütülmediğini, ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel boyutlarla yeniden şekillendirilmeye çalışılan bir “iktidar” tartışması içinde olduğumuzu görmek zor değil. İstanbul Şehir Tiyatrolarında son dönemde istifaya zorlanan oyuncuların durumu ve kurumun giderek prestij kaybediyor oluşu Sevil Akı’yı hem üzüyor hem de isyan ettiriyor. Bu türden süreçlerde sanatçılara düşenin, “risk almak”, “kararlı bir duruşla” “birlikte direnmek ve mücadele etmek” olduğunu söylüyor Akı. Felsefeci Mary Devereaux benzer bir konuya temas ederken: “Sanatın politik karakterini kabullenmek ve sanatın ve sanatçıların politik müdahaleye maruz kalmaları riskini almak durumundayız” diyor. Devereaux, temel bir gerilime işaret etmektedir. Sanat politik bir ifade ortaya koyduğunda politik alanda bir karşılığa yol açabilir. Aksi durumda, yani politika sanata doğrudan müdahil olduğunda ve devlet ile sanatsal ilgilerin çatıştığı her durumda, ilkece sanattan yana hüküm verilmesi gerektiğini öne süren Devereaux, ancak bu süreçlerin uygulamada “nadiren” böyle işlediğini belirtmektedir. (1) Nitekim, Akı, pratiğin bütün olumsuz görünümüne rağmen, “risk almak”tan bahsederken son derece ilkesel bir duruş sergiliyor. Belirtmek gerekir ki tiyatro, tarihin bütün dönemlerinde iktidarların elinde önemli bir silah olmuştur. Toplumu etkilemiştir, yön vermiştir ve daha açık bir tabirle hâkim iktidarların kurgulamaya çalıştıkları düzene bağımlı yurttaşlar için fırsat yaratmıştır. Elbette bu demek değildir ki, tiyatro tarihin bütün dönemlerinde yalnızca yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet etmiştir. Tiyatro, asırlar boyunca, tartışmasız bir biçimde muhalif bir güç olarak da varlığını sürdürmüştür. Akı, tarihsel olarak “muhalif” olan tiyatro için, başka bir yol olamayacağını ifade ederken “sanatın, yerleşik sistemin karşında dönüştürücü ve özgürleştirici rolü olduğu kadar, ‘özgürlüğün’ kendisi olduğunu” belirtiyor. Sevil Akı, yaşanan karanlık süreçlerin ve sonuçlarının asla “kanıksanmaması” gerektiğini, en büyük tehlikenin kayıpları, yenilgileri kanıksamaktan geçtiğini belirtiyor. Duyguların körelmesi, düşüncenin köhneleşmesi, yaşanılan toplumsal travmaların içselleştirilmesi sürecini ifade eden “kanıksama”, toplumun kendisine yabancılaştırılması, akıl ve vicdan bağlamından koparılarak duyargalarının köreltilmesine yol açıyor kuşkusuz. “Çağın en büyük suçu” olarak nitelendirilebilecek “kanıksamanın” kültürel veçheleri, Akı’nın sanat ve tiyatro dünyası için de en önemli tehlike olarak nitelendirdiği olgu. “Gerçek sanatçıyı hiçbir zaman ehlileştiremezsiniz, en fazla bir süre duraksatabilirsiniz” derken, sanatçının karanlığı asla kanıksayamayacağını ve yüzünün önünde sonunda mutlaka aydınlığa dönük olacağını ifade ediyor. Kanıksamanın doğurduğu yabancılaşmanın bir başka boyutuna sahne pratiğinden ilginç bir eleştiri getiriyor Sevil Akı, gözlem gücünün bir yansıması olarak: ”Dünyanın hiçbir yerinde tiyatro salonları bu kadar hızlı boşaltılmıyor. İzleyici oyun biter bitmez, telaşla dışarıya fırlıyor. Biz oyuncular da aynı telaşa ortak olup hemen kostümlerimizden ve makyajımızdan arınıp çıkıyoruz, oysa biraz içselleştirmemiz gerek izlediğimizi/eylediğimizi”. Tiyatromuzun duayenlerinden Orhan Alkaya “İnsan algısı konjonktüreldir; algı bilinç durumuna yol açabilir ama açmayabilir de. Çünkü algı ile bilinç arasında bir “idrak” mesafesi vardır” diyor. (2) Akı, bu tespitiyle, metaforik bir biçimde “tiyatrodan hızla uzaklaşılmasının” algı ile bilinç arasındaki idrak mesafesinin açılmasına neden olduğunu anımsatıyor gibi. İçten ve sıcak duruşunu sahneye de taşıyan Sevil Akı, “samimiyetin, doğallığın”, toplumun ve gerçeğin aynası olarak tanımlanan tiyatro için yaşamsal önemde bir nitelik olduğunu vurguluyor. Son günlerde, kimi popüler ikonların adeta kendilerine “detoks yapmak” için tiyatro sahnelerinde boy göstermelerindeki samimiyetsizliği eleştiriyor ve yapay maskelerin sahnede pul pul döküldüklerini belirtiyor. Gerçekten de, sahne sanatçısının sanatsal başarımı, izleyiciye kesin olarak onun kendi şahsı aracılığıyla sunulurken, sinema oyuncusu izleyiciye bir aygıt aracılığılıyla ulaşabilir ancak. Pirandello’nun, tiyatro oyunculuğunun sahiciliğini sinema oyunculuğundan ayırırken söylediklerini anımsatıyor Akı’nın betimlemesi: ”Sinema oyuncusu, kendisini sürgündeymiş gibi hisseder. Yalnızca sahneden değil, kendi şahsından da sürgün edilmiştir. Böylelikle ortaya çıkan açıklanamaz boşluğu, bedeninin işlevsiz kalışını, kendi kendini buharlaştırışını ve kendi gerçekliğinin, yaşamının, sesinin ve kendine dokunduğunda çıkarttığı seslerin elinden alınışını ve sessiz bir görüntüye dönüştürülüşünü hüzünlü bir huzursuzlukla hisseder”. (3) Oysa tiyatro oyuncusu sahnede her zaman sahici ve samimidir. Akı’nın samimiyeti ve sahiciliği canlandırdığı rollere o kadar yansıyor ki, Afife Reşat’ın kızı Fatma Aliye rolünde yer aldığı Dört Kişilik Bahçe oyunun yazarı Murathan Mungan, oyunu izledikten sonra ısrarla kendisine ulaşıp “benim sözcüklerimi nasıl bu kadar iyi anlayıp seslendirebildiniz” diye soruyor. “Biz kimliğimizi korumak için sahneden seslenmeye devam etmeliyiz. Ben kaybetmekten korkmuyorum ve bizi sahnede izlerken büyülenen insanlara ‘umut var!’ demek istiyorum” diye Akı, tiyatrocu olarak sanatın geleceğine dair cümlelerini, yine sanatın tarihinden aldığı güçle özdeşleştiriyor aslında. Sanat, zamanla koşulludur ve ancak tarih içinde belli bir zamanın düşüncelerini, umutlarını yansıttığı ölçüde insanlığı temsil eder. Ancak, tarihin kanıtladığı gibi, sanat, bu sınırlılığı aşar; o tarihsel an içinde insanlığın sürekli gelişme yeteneği olan bir anını da yaratarak “tarihsel bir süreklilik” niteliği kazanır. Bir başka deyişle, sanat zamanla koşullanmış olsa da, insanlığın değişmeyen özelliklerini “sürekli” olarak yaşatır. Nitekim, Homeros, Aiskhilos, Sophokles asırlar öncesinde yaşamış olsalar da, insanın yüceliğine, çatışma ve tutkularına verdikleri sanatsal biçimler ve sınırsız yetenekleri ile bugün de eserleriyle yaşamaya devam edebiliyorlar. (4) Akı’nın sözleri de dünden yarına ulaşacak olan sanatın ve tiyatronun, bugünden bize haykırışı gibi… Pınar Çekirge - Yavuz Pak Kaynakça: 1- Karaca, Banu. Toplum ve Bilim dergisi, sayı 125, Çağdaş Sanat Üretimi ve Türkiye’de Sansür Politikaları, 2012. s:141 2- Alkaya, Orhan. Evrensel Kültür dergisi, sayı 255, ‘Sansür ve Dönüşüm’, s:81 3- Benjamin, Walter. “Teknik Olarak Kopyalanabildiği Çağda Sanat Yapıtı”, Sanat ve Siyaset, ed. Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s:105. 4- Fıscher, Ernst. Sanatın Gerekliliği, Sözcükler Yayınları, İstanbul, 2012, s:27 5- Mungan, M. "Dört Kişilik Bahçe". Metis Yayınları, İstanbul, 1997 Yazarın Tüm Yazıları Paylaş Tweet |
Tiyatro Kursu Başlıyor! 3 Ekim'den itibaren her PERŞEMBE Kadıköy'de! Çalışanlara yönelik hobi sınıfı! Duyuru Panosu!
Son Eklenen Tiyatro Oyunları
Güncel Yazılar
Yazar olmak ister misiniz? Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...
Güncel Haberler
Tiyatro Dünyası'nı takip Edin | .. |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|