| Tiyatro Kursu  | Şirket Tiyatrosu
Tiyatro Dünyası
Tiyatro Dünyası Bu Sahnede...
 
Ana Sayfa  |  Hakkımızda  |  Yazılar  |  Haberler  |  Yazarlar  |  Tiyatro Oyunları  |  Tiyatro Grupları  |  Sanatçılar  |  Kaynak  |  Duyuru Panosu  |
Röportaj : İBŞT AKTÖRLÜĞÜ ÜZERİNE AYKIRI DÜŞÜNCELER (Engin Alkan)
Sinem ÖZLEK



Engin Alkan, öyle diziler ya da reklamlar yoluyla tanınan "şöhretli" bir oyuncu değil (her ne kadar bir-iki dizi ve reklamda oynamış ve hatta oynuyor olsa da) Bununla birlikte Şehir Tiyatroları'na "kombine bilet" alanlar ona en azından sima olarak aşinadırlar. Bu röportajın yapılma nedeni de onun ünlü oluşu da değil zaten. O, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'ndan mezun olmuş, uzun yıllardır İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda oyunculuk yapan, aynı zamanda Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde sahne dersleri de veren ve genellikle, en azından kendi adına, "izlenesi" işler çıkaran (kişisel değerlendirme) bir aktör. İşte bu röportajın yapılma nedeni de tüm bu özellikleri dolayısıyla kendisinin, İBŞT'nin yeni, belki orta demek daha doğru, jenerasyon oyuncularından "eleştirel" bakabilenlere "iyi" bir örnek olduğunun düşünülmesi. Amaç ise, onun kurumun içinden biri olarak yaptığı değerlendirmelerle, İBŞT'ye yeniden bakmak ve belki de yaptığı iş üzerine kafa yoran bir "memur-oyuncu"nun çelişkilerini görmek.

Öncelikle İBŞT'ye nasıl girdiğinizden başlayalım isterseniz.

Ben 84'te konservatuara girdim, 85'te Arif Akkaya, Can Doğan, Kemal (Kocatürk) ve ben, sınav açılınca öyle hurra, İBŞT'ye girdik. Yani bir "ben Şehir Tiyatroları'na giriyorum bilinci" yoktu. Bir yerde bir tiyatro yapılacakmış, orası da bizi değerlendirecekmiş oyuncu olarak. Hazırlık sınıfını yeni bitirmişim, oyuncu olmaya da can atıyorum. İBŞT değil, başka bir yer de olabilirdi Yani gittiğim yerin neresi olduğunu, ne olduğunu, bunun uzun soluklu olup olmayacağını, hiçbir şey bilmiyordum. Ben sadece günümü değerlendirmek için gittim. Mülâkata girdim, orda "Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe" diye bir oyuna-feci bir oyundu aslında-. figüran olarak girdim. Ertesi sezon oyun devam etti. Sonra bir baktım ki İBŞT'de oyuncu olmuşum. Orda kalma fikri, yani "ben burada devam edeyim fikri" dört beş yıl sonra oluştu . Çünkü bana her an çıkacakmışım, kısa süreliymiş gibi gelirdi o zaman. Böyle girdim işte, çok profesyonelce değildi yani.

Orada kalma fikri nasıl oluştu?

O böyle bir gecede oluşan bir şey değil. Daha sonra tiyatroyu tanıyınca, tiyatro ortamını tanıyınca şöyle bir karar gelişti bende, o zamanın koşullarına da bağlı olarak. 80 sonrasından söz ediyoruz, daha 90'lar bile değil. Özel tiyatro henüz yeni yeni kendini bulmaya çalışıyordu, hatta özel tiyatronun bir kimliği bile yoktu. O dönemden bir Dostlar Tiyatrosu vardı, bir Kenter Tiyatrosu, bir de işte bulvar oyunları oynayan ticari tiyatrolar, -gerçi onlar da ticaridir ama-. Dolayısıyla çok fazla alternatif yoktu ve o dönem için hem akademik bakışla tiyatro yapabilmenin, hem de daha geniş rejistte roller oynayabilmenin tek koşulu orası gibi görünüyordu. Bir de DT alternatifi vardı ama orayı hiç düşünmedim. Çünkü İstanbul dışında bir yerde tiyatro yapmayı o anda göze alamıyordum açıkçası. Ve o dönem, böyle bir karar, böyle bir bilinç oluştu. Sadece oyuncu gözüyle, oyuncu penceresinden bakarak; kafamda canlandırdığım geleceği belki tam anlamıyla bulamayacaktım İBŞT'de ama, galiba bu koşullar içinde en iyi yerde olduğumu düşünmeye başlamıştım ve orada kalmaya karar verdim.

İBŞT'ye girdiğiniz dönemde henüz böyle bir kaygınız olmasa bile, daha sonra oluşan "tiyatroya bakış"ınızla, İBŞT'nin bakışı arasında bir fark olduğunu düşünüyor musunuz ve eğer varsa bu nasıl bir çelişkiye yol açıyor?

Olmaz mı. Ben "oyuncu gözüyle" lafını özellikle kullandım -elbette bunu oyunculuğu küçümsediğim için söylemiyorum-. Daha sonra, bir tiyatro adamı olarak gelişmeye başladığımda, -zaten sorunlar o zaman ortaya çıkıyor, çünkü o yönde geliştiğin zaman oyunculuğa bakışın da, kendinden oyuncu olarak beklediğin şeyler de, hayallerin de değişmeye başlıyor- elbette o zaman farklılaştı. O zaman işte çatışkı ortaya çıktı. Çünkü hayal ettiğin, yapmayı düşündüğün, istediğin, ya da senin yaşamında anlamlandırdığın şeylerle pratiğin arasında büyük bir çelişki ve tezat başlıyor. Ödenekli bir kurumda çalışmanın, emeğini daha önceden satmanın, çünkü prosedür de odur, yani biz maaşımızı alırız, ondan sonra bir ay oynarız. Komik bir şey, ironik bir şey belki ama. İlk önce emeğimin karşılığı olan parayı alıp, sonra orada bir ay boyunca İBŞT yönetiminin, genel sanat yönetmeninin, bana uygun gördüğü partnerlerle, yönetmenlerin öngördüğü biçimde çalışmaya başladım. Tabii ki burada insanız, mesleğimize her perspektiften bakıp düşünüyoruz. İşte bu ödenekli tiyatronun en acıtıcı, en incitici yanı. Hala bununla mücadele etmeye çalışıyoruz aslında hepimiz değişik, değişik yollardan da olsa.

Bu "memur-oyuncu" olma durumu sizi öğrencilik yıllarında geliştirdiği gibi, daha sonra da tam tersine yol açmış olabilir ya da oluyor mu acaba?

"Memur-oyunculuk" diye bir kavram oturdu artık. Ama bunu iyi tanımlamak gerekiyor. "Memur-oyuncu": o saatte, diyelim her akşam saat 20:30'da, ya da prova olduğunda, orada bedenen olan oyuncuya deniyor aslında; gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım; burada olmam , bu replikleri söylemem gerekiyor... Sahneden seyirciye ne söylendiği ya da nasıl söylendiği umurunda olmayıp, sadece orada ol, şu kostümleri giy, şu mizanseni yap, şu lafı söyle... O anlamda sanırım, bu sınıflandırmaya girmem, hiçbir zaman böyle olmadım. Sahneden ne söylediğimle, nasıl söylediğimle ilgilendim. Oynadığım her oyunu içselleştiremesem, gerek konseptinde, gerek biçeminde farklı düşünsem bile, ortaya atılan tezi en doğru biçimde yapmaya çalıştım. Hep bir varoluş gerçekleştirmeye çalıştım. O noktada bu tanıma uymam. Sonuçta yine de bir memuriyet söz konusu elbette. Yalnızca mesleğinizin değil, hayatınızın nasıl akıp gideceğini, çünkü artık bu meslek hayattaki duruşunuzla çok ilintili olmaya başlıyor. Hayatta nasıl duracağınıza, neyi söyleyeceğinize, duyarlılığınızın hangi noktada gelişeceğine karar verememe durumu söz konusu. Birileri sizin adınıza karar veriyor ve siz bu kararların uygulayıcısı oluyorsunuz. Yani bir sanatçının yaratıcı kimliğiyle uygulayıcı kimliği arasındaki büyük gel-git. Burada elbette memuriyeti kabul ederim.

Ben de bu anlamda kullanmıştım zaten. Elbette değerlendirmelerinizi oyuncu merkezli olarak yapıyorsunuz. Ancak tiyatro kolektif bir iş. Bu noktada diğer öğeleriyle "kötü" bir prodüksiyon içinde, sizin aktör olarak sorumluluğunuzu yerine getirmiş olmanız yeterli oluyor mu?

Yetmez. Hatta tersi de yetmez; yani oyun iyidir, Engin Alkan da iyidir, bu da yetmez. Buradaki iyi ve kötü kavramları kime göre değişir?

 

Sizin değer yargılarınıza göre "iyi"den söz ediyorum.

Benim değer yargılarım söz konusu olunca da; bu hem İBŞT' yi, hem tiyatroyu bağlayan bir şeydir. Çünkü tiyatro kolektif bir iş. Ve bu kolektif yapının içinde her şey tam anlamıyla, herkesin katılımıyla sağlansa bile, sanırım yine de herkesin o ortak noktanın haricindeki ayrıntılarda, dışında kalması söz konusu olabilir. Yani bu kolektif işte yabancılaşma galiba çok gündelik bir şey. Çünkü ressam değilsiniz tek başınıza resmin tamamından sorumlu olamıyorsunuz. Ama hiç savunamayacağınız, beğeni düzeyine, ya da seviyesine, ya da söylediği sözün içeriğine, ya da karşınızdaki oyuncuyla kurduğunuz ensemble'a, ya da sizin üzerinizden belirlenmeye çalışılan seyirci profiline ve genel eğilime katılmadığınız ve dışında kaldığınız zamanlardaki azabın ne olduğunu çok iyi biliyorum. İşte o zaman dediğimiz memuriyet başlıyor. Yani orada bir çıkmaz var. Ya Manisa Tarzanı gibi kendinizi dağlara vuracaksınız; eğer bu iş burada da olmuyorsa, başka bir yerde de olmuyorsa ve yapmanın koşulu yoksa...Ki ben bunu dışarıda da deneyen biriyim. İBŞT dışında bir hayatım da oldu; oyunlar yaptım, projeler yönettim, oynadım; farelerin arasında oynamayı da biliyorum, kulisi olmayan yerlerde makyaj yapmayı da biliyorum, "üç tane seyirci gelsin de oyunumuzu oynayalım,iki tane gelirse iptal edelim."i de biliyorum. Laboratuarlar da kurduk, workshop'lara da katıldık. Yani bunlar benim için denenmemiş, keşfedilmemiş şeyler değil. Ama hala umudum var; "ben bunu yapacağım" diyorum. Mutlaka uygun koşulu bulunacak ya da ben bu adımı atacağım. Ama öyle bir yer geliyor ki, ya bu koşullar altında bu işi yapacaksınız, ya yapmayacaksınız, ya yapmaya devam ederek koşulları düzelt-meye, muhalefet de yapsanız -hiçbir zaman iktidarı düşünmedim zaten, iktidara geleyim de bu işleri düzelteyim demedim, iktidarın ne menen bir şey olduğunu biliyorum.-... Ama hiç olmazsa bunları söyleye-yim diye kendime bir afyon buldum. Neyse yani, ben en fazla sızlanan oyunculardan biriyim; söylenirim sızlanırım, küfrederim, onun acısını çekerim. Ama kendi adıma sızlanmanın ve söylenmenin dışında; "peki hadi bunu yapmayalım, ama bunun yerine nasıl bir alternatif getirelim" sorusuna da on altı yıldır yanıt bulmaya çalışıyorum. Arada sırada bulduğumu düşünüyorum, deniyorum, sonra en başa dönüyorum belki, ama ne yapalım sorusuyla da ilgileniyorum açıkçası. Daha doğrusu hayatımda mesleğim anlamında tek ilgilendiğim şey bu galiba.

Henüz bir çözüm üretememişsiniz zannederim, sözlerinizden bu anlaşılıyor.

Galiba bir çözüm de olmayacak. Yani keşfedilecek bir yer var mı, yok mu bilmiyorum. Çünkü tiyatro ya da sanat ya da kültür yaşantısı diğer bütün koşullardan farklı gelişmiyor. Bir sabah kalktığımda Türkiye'yi ve burada yaşayan insanları farklı bulmayacağımı biliyorum. Ama yine de umut...

Genel bir değerlendirme yapacak olursak, sizce İBŞT Türkiye'deki "tiyatro dinamiği" içerisinde hangi noktada duruyor? Her yıl repertuarda yer alan bir, en fazla iki "farklı" deneme dışında içeriden bir bakışla sizce "yeni"ye repertuar olarak, reji anlayışı ya da oyunculuk biçimi olarak ne kadar açık?

Bizde, yıllardır benim takip edebildiğim kadarıyla yeni bir şeyler yapmaya çalışan yönetmenler ya da genel sanat yönetmenleri vardır. Ama bu galiba bir parça görev ifası gibi, yani işte "biz bu yıl iki tane de yeni bir şey yapmaya çalışan iyi niyetli yönetmene de şans tanıyalım". Ama biz yılda yirmi -yirmi beş tane oyun sergili-yoruz. Bunların ortalamasını alındığında, kendini tekrar eden bir yapı olduğu ortada. "Kendini tekrar eden' den kastım da ta Max Meinecke'ye kadar uzanan bir kendini tekrar ediş. Türkiye'de Batı tiyatrosu şekillendiği biçimiyle devam ediyor. Bir geleneğimiz yok, bir tezimiz yok ki, bir antitez oluşsun, fikirler çarpışsın, tartışılsın. Ne kağıt üzerinde, ne sahne üzerinde tartışılan görüşler, bakış, felsefe ya da sanat söylemleri yok. Biz öğrendiğimiz gibi, benim ustalarımın da ustalarının öğrendiği biçimde bunu uygulu-yoruz. Onun için de çok arkasında durarak söylerim; İBŞT kendini tekrar eden bir kurumdur.

Tüm bunları ortaya koyduktan sonra "tiyatronun işlevi"ni merkeze alarak-bunu istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz-, sizin duruşunuzla İBŞT'ninki arasında ne gibi farklar var?

İBŞT'ye ister o sanat yönetmeni, ister bu sanat yönetmeni gelsin, tartışma bir parça sanat yönetmenlerinin kimliğinde, kişiliğinde, sanata bakış açısında ki-litleniyor. Ama bunun bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. İBŞT yönetmeliği değişmediği, İBŞT, resmi otoritenin -ya da ideolojinin- tekelinde, ona hizmet etmek için kurulmuş bir yapı olmaktan çıkmadığı, bu memuriyet devam ettiği sürece aslında genel sanat yönetmenlerinin de, oyuncuların da, yönetmenlerin de yapabileceği pek fazla bir şey yok; yapı devam edecektir kendini tekrarlamaya. İBŞT'nin gerçek anlamda yaratıcı sanatın yapıldığı bir yer haline getirmek için öncelikle bu yönetmeliğin değişmesi , bu sistemin, işleyişin değişmesi gerekiyor. Sistem değişmediği sürece, Peter Brook'u getirseniz genel sanat yönetmeni olarak değişen bir şey olmaz. Oyuncunun çapı da bellidir, yönetmenin çapı da bellidir. Şimdi bu zaten bir çelişik durum. Dolayısıyla benim bu şartlar altında, kimliklere, kişiliklere bağlı olarak, hani bir yönetmen gelirse karşıma yaparsak ya da şöyle iyi oyuncular gelirse, şöyle bir oyun yaparsak gibi bir hayalim yok. Çünkü biliyorum ki, niteliği bir parça değişmekle birlikte, yani kalitesi bir parça yükselmekle birlikte sorunun kalbine ulaşmanın mümkünü yok bu sistemle. Dolayısıyla bir kere orada ben bir-sıfır mağlup hissediyorum kendimi. Onun dışında hadi her şeyi bırakın, Türkiye'de oyuncunun kimliği ve işlevinin yeniden tanımlanması gerekiyor. Türkiye'de oyunculuk, iyi, kaliteli, kalifiye oyunculuktan anlaşılan şey "iyi uygulayıcılık"tır. Kimse bu hak için, yani yaratıcı olma hakkı için mücadele etmiyor. Ama oyunculuk yalnızca uygulayıcılık değildir, oyunculuk bir sanattır da aynı zamanda. Bu algıyı değiştirmek gerekiyor öncelikle. Bu algının değiştiği zamanlar da oluyor, yani prima oyuncular, apoletli oyuncular için. Ama o zaman da bu sanki bir lütuf gibi sunuluyor. Oysa bu bahşedilen bir şey değildir, bu oyuncunun işleviyle ilgili bir şeydir. Yani Türkiye'de yaygın anlayışıyla oyuncunun tanımının yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Ha bu nasıl olur,hadi oldu nasıl ikna edilir, bu nasıl bir tarz, bir gelenek haline getirilir, işte bunlar önemli mevzular. Çünkü palazlandıkça bizler de diğerlerini taklit etmeye, bize öğretileni uygulamaya başlıyoruz. Konservatuardan ya da alaylı, oyuncular böyle yetiştiği sürece, kimse sahneden ne dendiğiyle, nasıl dendiğiyle, estetikle felsefeyle, dünya görüşüyle ya da sanatın ne olduğuyla ilgilenmediği sürece, ki bununla en az ilgilenen oyuncudur, bir reji asistanı bile daha fazla ilgilenir sahnede neyin nasıl söylendiğiyle, bu işin içinden çıkamayacağız anlamına gelir. Öncelikle oyuncu özgür alanına kavuşabilmeli ki ondan sonra oturup konuşalım.

Sanırım durumun trajik kısmı da bu. Siz o kurumdaki pek çok insandan farklı olarak bunların üzerine kafa yorduğunuzu dile getiriyorsunuz. Peki kurumun kemikleşmiş yapısının bilincindeyken ve sizin çabalarınız bu yapı karşısında küçük kalırken, alternatifsizlik mi sizi bu kurumda tutan şey?

Şimdi bu soruyu şuradan yanıtlamak istiyorum: Bir süre önce kendime mesleğimle ilgili sorular "Oyuncu nasıl yetiştirilir?" sorusunda kilitlendi ve o noktadan itibaren bununla ilgilenmeye çalıştım. Daha sonra araya öğretmenlik girdi. Ben yönetmenlik yaptım, öğretmenlik yapıyorum ama bütün bunlar aslında aynı sorunun yanıtını bulma çabası. Çünkü ben hiçbir zaman yönetmenlik yapmanın düşünü kurmadım ve kurmayacağım da, kendime yönetmen de demem, ama oyun yönettim, yedi yönetmenlik deneyimim oldu. Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde tiyatro bölümünde öğretmenlik yapıyorum, orada bölüm başkanı oldum, yine orada akşam okulunda öğretmenlik yapıyorum, workshop'lar yaptım, şimdi Almanya'ya gideceğim, orada kısa süreli bir workshop yapacağım. Bütün bunların hepsi öğretmen olmak için de değildi, değil. Hepsi biraz önceki soruya yanıt vermek içindi. Ben mesleği dışında bir şey yaparak para kazanacak yeterliliği olmayan bir adamım. Ya dublaj stüdyolarında gezineceğim, ya dizilerde oynayacağım -tabii ki profesyonel bir tiyatrodaki varlığımla dublaj işini ya da dizi oyunculuğunu bir tutmam-. Ancak aslında benim şu anda kişisel olarak ilgilendiğim "ben bunu nasıl yapıyorum" Yani sahne üzerindeki varlığımı kodlamaya, anlamlandırmaya, bunu sistematize etmeye çalışıyorum; yaratıcılığım nerede devreye giriyor, akıl ve zeka nerede devreye giriyor, kendime verdiğim komutlara nasıl yanıtlar alıyorum, buna cepten, yani hazırda varolandan ne kadar karşılık buluyorum ya da ne kadar yenisini var ediyorum... Her hafta sekiz kere bir oyunu yeni baştan, bu sayı yüz, yüz elli, iki yüze varıyor, kurmanın, ya da doğaçlamanın yolunu nasıl buluyorum ya da yapamadıklarım ne? Bir ayağı bu, bununla ilgileniyorum. Bunun için benim profesyo-nel olarak oynamam şart. Çünkü o bağı canlı tutmam gerekiyor. İkincisi; bunu nasıl sistematize edip karşımdakine aktarabilirim ve ondan nasıl bir sonuç çıkar? Bu araştırma çok akademik bir araştırmadır aynı zamanda. Ama ben sadece bu düşünceyi yönlendirerek hayatımı kazanamam. Yani bu soruyu düşünemez hale gelebilirim, eğer hayatımda köklü bir değişiklik yapacak olursam. Tabii bütün bunlar bir yana, ben oyunculuğu çok seviyorum. Bu benim bırakabileceğim bir şey de değil. Haftada sekiz oyun oynamak, üç gün matine-suare oynamak çok yıldırıcı bir şey. Bütün aktörler bundan şikayet eder. Ama bütün bunlara rağmen ben sahnede olmayı çok seviyorum

 

Kendi adınıza, "ideal ölçütler"de sahne-ye taşıdığınız bir rolün hangi sahnede ve hangi oyun içerisinde varolduğunun bir önemi yok mu peki?Mesela tiyatronun işlevi açısından bakarsak...

Bugüne kadar bir 60'larda zannediyorum, Türk tiyatrosunda bir yenileşme hareketi başlamış. Haldun Taner, genç oyuncuların çabaları, Brecht de giriyor devreye elbette. Bunlar seyircisini bulan çalışmalar -elbette koşullar farklı- Orada bir şey denenmiş, yeni ama aynı zamanda ticari başarı elde etmiş, büyük kitlelerin beğeni seviyesini yakalamış ve yükseltmiş çalışmalar yapılmış. Sonra araya bir şeyler giriyor ve bugüne kadar geliyoruz. Ben bunun çok örneğine rastladım hayatta: ticari olanla sanatsal olan net biçimde ayrılmaya çalışılıyor. Hatta namuslu tiyatrocular diyorlar ki; "biz bir gişe oyunu yapalım, oradan üç-beş kuruş para gelsin. Ama oradan gelen parayı da biz yapacağımız şu işe yatıralım." O iş de seyirci beklenmeyen, sanatsal yönü ağır ve fakat seyirciyle buluşulmayacağını düşündükleri bir iş. Ya da kimi tiyatrolar "ben yaşamak zorundayım, onun içinde bu oyunları yapıyorum" diyor, bazıları "benim parayla işim yok, ben sadece gönülle yapıyorum bu işi, ben sadece çok küçük bir kitleyi hedefleyerek bu işi yapıyorum" diyor. Bu iki derin ayırım bana doğru gelmiyor. Meselenin çözümünün de bu ikisinden birini seçmekte olduğunu düşünmüyorum. Her ikisini de iç içe tuttuğun zaman doğru bir tavıra ulaşabilirsin gibi geliyor. Denenmedi mi, denendi. Oldu olmadı, ama bu uzun zamandır denenmiyor. Ticari tiyatroyla, yeni, avangard -ya da adı her ne ise- böyle bir ayırım içinde. Ve tabii ki kazanan ticari tiyatro olu-yor. Bizim seyirci profilimiz gittikçe diğer sanatların alıcılarından farklılaşıyor. Yani bir caz festivalini, bir sinema festivalini, ya da bir resim sergisini dolduran insanlar artık tiyatro salonuna gitmiyor. Daha çok "orta sınıf"ın eğlence anlayışına hizmet eden bir hale gelmeye başlıyor. Özellikle İBŞT'nin seyirci profili öyle. Elbette genç ve öğrenci kesi-minden seyircilerimiz de var ama yine de, ben haftada birkaç bin seyirciye ulaşan biri olarak bunu gözlemleyebiliyorum, bizim seyirci profilimiz bu. Ve hatta tiyatroya gittiğini söylemek fena bir şeymiş gibi bile algılanmaya başladı. Yani ben best-seller okuyorum, çok da beğeniyorum demek gibi. Burada tabii ki kimseyi suçlayamayız, bu bizim getirdiğimiz yerdir el birliğiyle. Oysa sanatın tüketicisi böyle sınıflanamaz. Shakespeare'in hep söylenen bir sözü vardır ya: "Ön sıra şiirle, orta sıra felsefeyle, arka sıra entrikayla ilgilenecektir." Demek ki Shakespeare de bu sorunu düşünenlerden birisiydi. Benim başka tuhaf örneklerim vardır mesela; Zeki Müren ve Sezen Aksu gibi. Ben onların hayatıyla çok ilgileniyorum. Mesela Zeki Müren iyi şarkı söyleyen bir sanatçıydı, ama giyinişiyle saçıyla, makyajıyla da bir fenomendi. Ama resmi ideolojinin karşısında bayrak açmış bir fenomen. Ama aynı zaman da ön sıraya da arka sıraya da ulaşmış. Bu adam bunu nasıl yapmış?Bunun incelenmesi gerekiyor. Belki de sorunun yanıtı çok basittir de ben görememişimdir. Ama merak ediyorum elbette. Ya da Sezen Aksu. Bir ucundan bakıldığında kötü şarkı söyleyen, biraz bıçkın, biraz melankolik ve gündelik komediyle, alegoriyle ilgilenen bir kadın. Ama onun da bir duruşu var. Belki kadın özgürlüğüne, belki kadının tanımına kattığı bir şeyler var. Doğuyla Batının dengesini kendinde tutturabilmiş bir kadın. Bu kadın da deyebilmiş, ön sıraya, arka sıraya, orta sıraya ulaşabilmiş bir kadın. Peki bunun sırrı ne? Bu aslında benim "nasıl bir tiyatro?" sorusuna bulmaya çalıştığım karşılıklar. Ben de biçimle uğraştım. Meseleninbiçimde yattığına dair "derin" fikirlerim vardı. 80'li yılların sonlarından başlayarak bir sürü biçim denedik. Absürd tiyatro'yla başladık, oradan performans'a geçtik, Suzuki'nin workshoplarına katıldık, Robert Wilson'u ayaklarda alkışladık -hala alkışlıyorum o ayrı mesele-... Ama dönüp dolaşıp vardığım sonuç, biçimin bir adım sonra geldiği oldu. Önce oyunculuğumda bunu denemeye çalışıyorum. Tüm bunları aslında İBŞT'de her akşam sahneye çıkmanın üstünde yaşanan şeylerdir. Mesela bir sinema filmi çektiğinde de, elbette ki Türkiye'deki sinemanın ne olduğunu, yönetmenin ne olduğunu bilirsin, üstüne gidersin. Ama onu çe-kerken dahi benim aklım o andaki gündelik pratiğin üstünde başka bir yere bilgi topluyor. İBŞT'deki varlığımı da böyle değerlendiriyorum. İBŞT'nin sorunlarına geri dönecek olursak, bütün bu ortaya koyduğumuz sorunlar, mesela seyirci profilinin değişmekte oluşu yalnızca İBŞT'nin sorunu değil sanıyorum. Biz bununla ilgili bir şey yapmaya çalışmalıyız. İdareciler başka bir şey yapacak, Kültür Bakanı başka bir şey yapacak, yazarlarımız, eleştirmenlerimiz bir şeyler yapacaklar. Ama ben İBŞT'nin yönetim kurulunda değilim, orada yönetmen değilim, ben oyuncuyum. Galiba ben kendi hareket alanım dahilinde düşünüyorum. Aslında ben de aynı şeyi düşünüyorum, aynı sorunla ilgileniyorum ama galiba benim yanıtım çok kestirmeden gitmiyor.

Sizin çizdiğiniz doğrultuda, söz ettiğimiz bütüncül değişim içerisinde, sizin alanınızoldukça dar gibi görünü-yor. Aslında benim vardırmak istediğim nokta da buydu. Yani siz sahnede bir aktör olarak "sorumluluğunuzu" yerine getiriyor olabilirsiniz, ama içinde bulunduğunuz o "bütüncül sanat üretimi bu sorumluluğu yerine getirmiyorsa burada bir problem yok mudur?" sorusuydu temelinde. Bunun yanıtını da böylelikle almış oldum sanıyorum.

Bu noktada bir örnek vermek istiyorum. Şimdi biz "Aslana Benzer" diye bir oyun oynuyoruz. Metnin başında "melodram"yazıyor. Çok eski bir metin. Hiç yeni, denenmemiş bir şey yok metinde. Söylenen sözde oyun da, belki bizim gündelik gerçeğimize hiç oturmayan bir şey. Birey ve aile kavramlarını ele alıyor oyun, yani ortak değer yargılarını, kuralları, aile yoluyla sistemi eleştiren ya da irdeleyen bir oyun. Ben bu oyuna "bir şey demiyor" diye bakabilirdim. Ama benim kafam böyle çalışmıyor. Birinci dakikadan itibaren aklımda Stanislavski vardı. Ve bu oyun, benim yıllar önce okulda öğrendiğim o sisteme geri dönüp, bu oyun üzerinden onu yeniden okumamı sağladı. Ve ben aslında hepimizin bildiği bir şeyi, kendi adıma bir kez daha görmüş oldum, yani mo-dern söylemleri oluşturan o minicik ayrıntıların, dönüp dolaşıp adamın söylediklerine dayandığı gerçeğini. Ben bunu unutmuştum. Ve akşam oyundan çıktığımda tüm bu düşünceler aklımı kurcalıyor ve ben bu noktada "Aslana Benzer"e teşekkür ediyorum. Ya da şöyle söyleyeyim. Mesela Gaziosmanpaşa'da oynarken bunu düşündüm. Başörtülü kadınlardan birinin yanında kocası da vardı. Ama belli ki zorla gelmiş, hiç de hoşlanmıyor orada bulunmaktan. Benim oyunda bir repliğim var: "Bıktım dıştan iyi görünen, -içte ise yalan ve kandırmaca üzerine kurulmuş-uyduruk, vitrin aile hayatından" İşte ben böyle bir fonun içinde o lafı öyle sahipleniyorum ki. Benim o lafı, o iki kişiye anlatmam lazım. Böyle de karışık bir şey işte bu. Eski bir söylem, eski bir biçem, ama hala karşında bu biçimle ve bu yolla söylenmesi gereken birileri var. Sen bir yandan çok üstten bir tartışma yapıyorsun, bir taraftan ha-yatın gerçeği gözünün önünde. Yani sen somuttan yola çıkarak bu değerlendirmeye çalışıyorsun. Ki bu bence oturup kuram üretmeye çalışmaktan daha zor.

Bana vakit ayırdığınız ve düşüncelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim.

Sinem ÖZLEK

tersgidenler.8k.com

Enginalkan.com



Paylaş      
Yorumlar

Bu Oyun Hakkındaki Görüşlerinizi Paylaşın !

İsim
Mail  (Yayınlanmayacak)
Yorum
Güvenlik Kodu= 927
Lütfen bu kodu yandaki kutuya yazınız
 

    Son Eklenen Yazılar     En Çok Okunan Güncel Yazılar
27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN (Ahmet Yapar)
YOKLAMA LİSTESİ (Skeç)
    Tüm Tiyatro Yazıları

    Bu Tarihte Yayınlanan Diğer Yazılar
    Bu yazının yayınlandığı tarihte gündemdeki diğer yazılar aşağıda listelenmiştir...

  • Atinalı Timon / Shakespeare (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Julius Caesar / Shakespeare (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Kral Lear 1 / Shakespeare (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Kral Lear 2 / Shakespeare (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Macbeth / Shakespeare (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Kadıncıklar / Cücenoğlu (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Lysistrata / Aristophanes (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Eski Fotoğraflar / Sümer (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Fizikçiler / Dürrenmatt (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Ful Yaprakları / Canova (Tiyatrokeyfi.com) - 1/7/2007
  • Röportaj : İBŞT AKTÖRLÜĞÜ ÜZERİNE AYKIRI DÜŞÜNCELER (Engin Alkan) (Sinem ÖZLEK) - 1/6/2007
  • Godot'yu Beklerken / Beckett (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • 4.Murat / Oflazoğlu (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Güldürü Üstüne Aldatma Ya da Tam Tersi / Önel (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Bir Evlenme / Gogol (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Cadı Kazanı / Miller (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Çöplük / Nar (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Don Cristobita ile Dona Rosita'nın Acıklı Güldürüsü / Lorca (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Cesaret Ana / Brecht (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Eşek Arıları / Aristophanes (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Cyrano De Bergerac / Rostand (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Antigone 2 (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Antigone 1 (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • (Tiyatrokeyfi.com) - 1/6/2007
  • Bulgaristan İzlenimleri (Tuncer Cücenoğlu) - 1/6/2007
  • Ferhangi Şensoy (Engin Alkan) - 1/5/2007
  • Engin Alkan Beni Korkuttu... Çekiliyorum... (Üstün Akmen) - 1/4/2007
  • Şah'ı Kim Tayin Etti... (Engin Alkan) - 1/3/2007
  • AYŞEN'İME (Hilal ÇELENK ) - 1/2/2007
  • Engin Alkan Beni Mat Edebilir Mi? (Üstün Akmen) - 1/2/2007
  • Tersine Dünya (Tuncer Cücenoğlu) - 1/2/2007
  • Geçmişine saygılı bir adamın yeni yıl ve bayram yazısı (Üstün Akmen) - 1/2/2007
  • Tiyatro Terimleri (Yolgecenhani.net) - 5/19/2007
  • Tiyatroda Reji ve Dramaturgi Kavramı (Yolgecenhani.net) - 12/29/2006
  • Akimlarla Gelisen Oyunculuklar (Yolgecenhani.net) - 12/29/2006
  • Tiyatro Yönetmeninin Doğuşu (Yolgecenhani.net) - 12/29/2006
  • SÖYLE SEYİRCİ, NEREDESİN?… (Şekip Taşpınar) - 12/29/2006
  • BEĞENİNİN ÖLÇÜTÜ... (Engin Alkan ) - 12/29/2006
  • Barut Fıçısı - Trabzon Şehir Tiyatroları (Fatma Babuşçu) - 12/29/2006
  • ARTHUR ASHER MİLLER (17 EKİM, 1915 ? 10 ŞUBAT, 2005) (Tiyatronline.com) - 12/29/2006
  • Sırtını Metne Yaslayan Bir Reji: Oyunlarla Yaşayanlar (tiyatro.blogcu.com) - 12/26/2006


  • Tiyatro Kursu Başlıyor!
    1 Mayıs'tan itibaren her ÇARŞAMBA Kadıköy'de!
    Çalışanlara yönelik hobi sınıfı!



    Duyuru Panosu!



    Son Eklenen Tiyatro Oyunları

         Güncel Yazılar

    Yazar olmak ister misiniz?
    Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...

    Mail Listemize Üye Olun

         Güncel Haberler
    Tiyatro Maydanoz, Nazım’ın Kadınları ile Sahnede
    Tekin Deniz: Dümbüllü kavuğunu kimseye devretmedi

    Tiyatro Dünyası'nı takip Edin
     
     |  ..