| Tiyatro Kursu  | Şirket Tiyatrosu
Tiyatro Dünyası
Tiyatro Dünyası Bu Sahnede...
 
Ana Sayfa  |  Hakkımızda  |  Yazılar  |  Haberler  |  Yazarlar  |  Tiyatro Oyunları  |  Tiyatro Grupları  |  Sanatçılar  |  Kaynak  |  Duyuru Panosu  |
DENİZ GÖKÇER'i dinlerken..
Pınar Çekirge - Yavuz Pak



Haydi itiraf edelim, bizim için bir hayaldi bu söyleşi. Tamam uzak bir ihtimaldi. Acaba, nasıl ulaşabiliriz... kabul eder mi, zaman ayırır mı, soruları kafamızda dönüp duruyordu. Kaç galada karşılaşmamıza rağmen, utanmış sizinle söyleşi yapabilir miyiz, diyememiştik bir türlü. Erteleyip durmuştuk sürekli. (İnanılması zor belki ama Yavuz 'da ben de o kadar sosyal fobik insanlarız ki... ) Ve geçen ay bir davette rastlaştığımızda, artık nasıl olduysa, oldu araya bir arkadaşımızı koyup ricada bulunduk Deniz Gökçer'den. Ve Deniz Gökçer bizimle söyleşiyi kabul etti.
Her saniyesi belleğimize kazınmış, asla unutmayacağımız güzellikte bir söyleşi gerçekleştirdik.

Deniz Gökçer'i sahnede, yaşantı kırıntılarından adeta bir destan yarattığı, onlarca oyunda hatırlıyorum. Ama en çok;Rita, Damdaki Kemacı ve Kadife Çiçekleri'nde. Masumiyeti, sevgileri, ertelenmişlikleri, acıları göz kamaştırıcı biçimde canlandırıyordu hep. Hüzne, eleme, yalnızlığın en amansızına koşulu iç monologları yaşar kılıyordu, bir dantel inceliğinde. Özellikle o yalnızlığa mühürlenmiş kısacık anlar... dört dörtlük bir oyunculuk örneği verdiği Yüz Yüze, Kaktüs Çiçeği'.(Ama ille Kadife Çiçekleri, diyeceğim. Büyülenmişcesine izlemiştim. Neredeyse otuz küsur sene geçmiş aradan. Her replik anılarımda taptaze. O nasıl duru, berrak bir güzellikti, nasıl esrarlı bir tılsımdı sahneden anılara sızan. Sanki hep o masal kahramanı... Cindirella. Belki de Annabel Lee. Hani, o deniz ülkesinde yaşayan, bir bulutun rüzgarından üşüyüveren güzelim Annabel Lee.)

Şimdi itiraf zamanı, belleğimin zulasında herkesten sakladım Kadife Çiçekleri'ni. Düşünüyorum da, bir mahur beste tadı kalmış bende. Zamanın fırtınasına, esintisine, yangınlı hazan bahçelerine direnmiş
fotoğraflar, program dergileri kalmış bir yerlerde... tutsak, kilitli. (Yoksa kendimde bulamadığım renkleri mi fark etmiştim Kadife Çiçekleri arasında, ağır aksak dolaşırken ? Kimbilir, artık ne önemi var ?) Dediğim gibi, bir dantel incelikli nakış gibiydi ruh üflediği bütün o roller. Nüanslı, sahici. Yalın.

Daha iyi anlıyorum aslında, hüzün iklimin içinde yaşamaya mecburduk. Sevgisizliğin kilometrelerini arşınlarken, yalnızlığa bunca kodlanmışken, hayatın labirentlerinde kaybolmuşluğu duyumsarken... hep o kadife çiçekleri vardı yanımızda.

Anatevka’da Sütçü Tevye'nin kızıyla vedalaşma sahnesi. Tevye hangi kalp ağrısıyla reddetmişti kızını... o kopuş anı. İlle gelenek, gelenekler.

Gözlerindeki o uçsuz bucaksız ışık sağnağı. Yeşil mavi simlerle menevişlenen bir çift göz. Ta yüreğe işleyen, o billur tınılı güzel ses... çocuksu kırılışlar barındıran o süt mavisi ses. Çiğle ıslanmış beyaz orkidenin kırılgan masumiyetini barındıran, pürüzsüz ses.

Türk Tiyatro tarihine adlarını silinmez harflerle yazmış iki usta, iki efsane sanatçının kızı olarak dünyaya gelmek... alışılagelmiş yaldızı bol piyasa beğenisinin dışında kalmak... izleyicisine yansıladığı o sonsuz asalet ve güzellikle, yetenek, seziş, içgüdü, teknik ve duyarlılığı birleştiren o bilenmiş oyunculuk. Yaşar kıldığı her karakter üzerinde kurduğu mutlak hakimiyet. İlkeli sanatçı duruşuyla, alkışlanma ya da onaylanma derdinde olmadı hiç. Asla sanatından ödün vermedi. (Evet, Deniz Gökçer'i hak ettiği gibi anlatmayı, daha geniş bir yazıya saklıyoruz Yavuz ile. Yine de başarabileceğimizi sanmıyoruz pek. )Gurur verici biyografisiyle çoktan yarınlara kaldı.

İlkokul yılları. Maarif Koleji. Üçüncü sınıf öğrencisi... işte tam da o günlerde "Bale Papuçları" adlı bir film izliyor Deniz Gökçer. Kendinden geçiyor adeta... o müzik... o dans figürleri, uçuşan tüller.Evet, bale... balerin olmak. Ama istekten de öte bir şey duyumsuyor içinde; tuhaf bir cesaret onu devamlı itekliyor.Doğrusu ya, pek taraftar değil Mediha, Cüneyt Gökçer çifti Deniz'lerinin sanatla uğraşmasına.Tek çocuk ne de olsa... kıyamıyorlar bir türlü. Ama direnmiyor, olacaksan en iyisini yapmalısın diyerek, bale eğitimine başlatıyorlar. Altı yıl... derken o talihsiz teşhis Lumbargo. İki sene baleden uzak kalacak.Dünyası yıkılıyor bir anda. Şimdi ne olacak?Tüm umutların, hatta hayatın sonu mu bu ? Anılarını mı yazsa acaba? Stefan Zweig'in Merhamet romanını tam da o günlerde okuyor zaten. Tamam, yazar olacak... bu defa kararı kesin... ve ilk ödül henüz dokuz yaşındayken, uzaklardan taa Japonya'dan geliyor. Kaleme aldığı bir öykü yarışmada dereceye giriyor.

Tiyatro.Evet, sadece tiyatro.

Zaten tiyatro içinde doğmadı mı Deniz Gökçer? Daha küçücük yaşında Tschaikovsky, Mozart eşliğinde rolüne çalışan babasını usulca, hiç kımıldamadan, bıkmadan izlemedi mi saatlerce ?Tamam, turneler nedeniyle, evde günlerce bakıcısıyla kaldığı zamanlar olmadı değil. İyi de, anne-babası sanatçı olan her çocuğun yazgısını paylaştı sadece. Kural bu. Değişmez.

Mediha Gökçer kızının ev hanımı olmasını istiyordu aslında. Deniz'de zaten küçükken" büyüyünce ev kadını " olacağına inanmıştı.

Ama Tiyatro Tanrısı tarafından seçildiğinin farkında değil henüz...
Kararlı. Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'nün açtığı sınava girecek.Romeo Jülyet'i tercih ediyor. Jülyet rolüne çalışıp, hazırlanıyor iyice. Hayır, yardım almıyor kimseden. Cüneyt Gökçer belli bir mesafeden izliyor durumu ve imtihana sadece iki gün kala " Bir göreyim... " diyor. Gözyaşları içinde,üstelik oturarak oynuyor Jülyet'i Deniz Gökçer. O kadar yoğun bir duygusallık içinde ki...

Herhangi bir baskı, iltimas olmasın, böyle bir yakıştırmaya yol açılmasın, diye sınava dahi girmiyor Cüneyt Gökçer. Seçici kurulda yer almıyor.

Yeteneğiyle, birikimiyle geçiyor imtihanı. Ve Deniz Gökçer için, Gökçer adı altında ezilmemek uğruna, herkesten çok, hiç yorulmadan çalıştığı, kendini yetiştirdiği Ankara Devlet Konservatuarı dönemi başlamış oluyor. Hayli yüksek bir notla mezun oluyor konservatuardan. (Tiyatro giriş sınavında da, mezuniyetinde de aldığı not on. )

Hem tiyatro, bale gibi kısa ömürlü bir sanat dalı olmayacaktı. Upuzun bir hayat vardı önünde... tiyatroya adanmış bir hayat. Onur ve özveriyle dokunmuş. Gün gelip elemle sevincin, başarıyla, mutluluğun dantelli sınırlarında dolaşacağı. Ayakta alkışlanacağı. Hep saygı göreceği.

1966'da Kireçli Bahçe ile Ankara Devlet Tiyatrosu sahnesinde artık. Sonrasında Bizim Şehir, Bir Bardak Su, Hastalık Hastası, Üç Kuruşluk Opera", Kaktüs Çiçeği, Romeo ve Juliet, Damdaki Kemancı, Ayakta Durmak İstiyorum, Andora, Cadı Kazanı, Pafla Pof (Arsen Gürzap ile Deniz Gökçer'in yaşadıkça beni terk etmeyecek o güzelim oyunları.) Rita, Yüz Yüze, derken nedense on yıl süren Kuvai Milliye devri. (En olgun, en verimli , oyunculuğunun doruğunda olduğu bir dönemde tek oyuna tutsak edilmek. Ama haksızlık bu. Sanki biri ya da birilerinin öç alışı.)

70'lerin başında mesleki bilgilerini ilerletmek üzere Devlet tarafından Londra' ya gönderiliyor Deniz Gökçer.

1981- 1983 yılları arasında, İstanbul Devlet Konservatuarı'nda öğretim görevlisi olarak çalışıyor ve bazı özel okullarda ders veriyor. Sevgili Doktor’u yönetiyor. Afife Jale Tiyatro Ödülleri Seçici Kurulu, ardından Tiyatro Dergisi Tiyatro Ödülleri seçici heyetinde yer alıyor.

Evet, hep tiyatro için yaşadı Deniz Gökçer.Tiyatroya hiç ihanet etmedi. Bize tiyatronun büyüleyici şaşaasını hatırlattı yıllar yılı. Hep çok soylu, hep çok güzel o duruşu ve ifadesiyle.Hiç değişmeden,hep daha iyiyi çoğaltarak.

Bu arada ödüller...

Rita ile gelen başarı ödülü.Lioness sanat ödülü. İstanbul Kültür Üniversitesi Uluslararası Cüneyt Gökçer III. Tiyatro Festivali kapsamında verilen Yaşam Boyu Onur ödülü... ve daha niceleri.
Ve, tiyatroyu çok özlediğini anlıyor. Başka türlü bir hasret bu, bir gurbet duygusu... bir iç acısı çöreklenen yüreğine. Tiyatro Kedi'den gelen teklifi kabul edip, Haldun Dormen ile Pazar Günkü Cinayet oyunununda rol alıyor. Özel tiyatroda bu kez.

Siyah beyaz televizyonun ilk dönemi olmalı. Bir akşam "teknik bir arıza nedeniyle yayınımıza
süre ara vermek zorunda kaldık" kesintilerinin müsade ettiği kadar Kaktüs Çiçeğin’i izlemiştim. Ayten Gökçer, Kerim Afşar, Deniz Gökçer... O tertemiz, o manolya benzeri, o sonsuzluğa yazgılı güzelliğiyle Deniz Gökçer. O harikulade oyuncu coşkusuyla izleyicisini lirik bir iklime taşıyıp heyecandan romantizme, kahkahadan yeise, melankoliye sürükledi durdu yıllarca.

"Anneniz, Mediha Gökçer ile Bir Bardak Su’ da karşılıklı oynadınız, sanırım. Anatevka’ da babanızla"diyor Yavuz.

"Doğru. Aslında heyecan vericiydi annemle de, babamla da aynı oyunda rol almak. Sonra "Sevgili Doktor"da annemle yine aynı sahneyi paylaşmıştık... güzel hatıralar elbette. Bilir misiniz, bir doğum olaydır tiyatro... o heyecan, o korkuyla beslenen tedirginlik... ne olacak, neler yaşanacak soruları. O sarp uçurumlarda dolaşırken bulmak kendini... sonra alkışlar...

" Babam izlediğinde nasıl desem bir korku, bambaşka bir heyecan yaşardım. Yüz ifadesinden anlardım oyunla ilgili duygularını. Hiç unutmuyorum, "Sevgili Doktor" a hazırlanıyoruz. Asuman Korad yönetiyor. Rol gereği bir sokak kadınını canlandırıyorum... ama, farkındayım tam olmuyor, nasıl desem rolün içine giremiyorum bir türlü... babam genel provaya geldi. Anladı rahatsızlığımın nedeni. Deniz, o masum bir kadın aslında, dedi. Kötü, fena olarak düşünme... çok iyi bir kadın olarak ele al... kendini düşün... bir de böyle yorumla karakteri... ve sahne o an oturdu resmen... babamım bu öneri ve yönlendirmesiyle kafamdaki sorular aydınlanıverdi.

"Cüneyt Gökçer oyunların genelde son provalarına katılır, adeta birkaç sözcükle o kimliği bulmamıza yardımcı olurdu. Asla kırıcı, sert bir insan değildi. Bir de şöyle denesek diye başlardı söze... karşısındakini örselemeden... ama kendisi rol çıkarttığında asabi olurdu biraz... hem yönetmen, hem oyuncu olarak rol aldığı oyunlarda dediğim gibi gerginleşiyordu ister istemez.

"Rol seçme şansımız yoktu. Rol dağılım listesinde adınız yoksa boşta kalmış olurdunuz. Bilir misiniz, en korktuğumuz şeydi bu. Sahneden uzak kalmak...

"Tiyatro çok uzun bir süreç, bir yaşam anlayışı aslında. Nasıl ifade etsem, kısa, uzun ömürlü olmayan popüler işler uğruna bir kariyer yok edilmemeli asla. Canım istedi, deneyeyim bari diye, kendini doktor ilan ederek ameliyata girebilir misin ?Elbette hayır, değil mi ? Tiyatro da böyle... şunu yaptım, bunu da tecrübe ettim... biraz da tiyatro yapayım demekle bu iş yürümez. Mümkün değil. Eh, yetenekli sayılır, güzel de... tamam da nereye kadar... büyük bir ciddiyet, disiplin ve özveri gerektiriyor tiyatro... kariyer açısından ileriye dönük yatırım yapmak hep kendini eğitmek gerekiyor... asla oldum, demeden. Kolaya, sığı, ucuz olana kaçmadan.
"Rol bir elbisedir aslında... en iyi biçimde, düzgün taşınması gereken. Deniz olarak Ayşe kostümünü giyer Ayşe olurum... sonra oyun biter o giysiyi çıkartır yine Deniz olurum...

"Tiyatro bir okul... başlı başına bir eğitim merkezi... ama doğru yapılırsa... diksiyon sorunun arttığını gözlemliyorum son yıllarda. En basitinden;"H"harfi yok oldu sanki. Bağırmak ve konuşmak birbirine karıştırıldı. Tiyatro her şeyden önce ses demek, sesin en doğru biçimde, en iyi biçimde kullanılması demek. Sahnede konuştuklarının en ön sıradan da, en arka sıradan da, üst balkondan da duyulması şart. Rol gereği, fısıltıyla konuşurum ama öyle bir tonlarım ki en arka sırada oturun da duyar... tiyatro konuşmaktır, evet... ama doğru konuşmak, dediğim gibi bağırmak değil. Çok şanslıyım... değerli hocalardan eğitim alabildiğim için. Prof Nurettin Sevin mesela... notu çok kıttı... diksiyon, fonetikte en ufak bir hatada not düşürdü. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum, deha olsan sahnede, seyirci yanındakine dönüp ne dedi anlayamadım diyorsa o oyunda hiçsindir. Koskocaman bir hiç hem de. Telafuz, artikülasyon o kadar önemlidir ki, tiyatroda. Farkındasınız, son yıllarda dahi iledahi nasıl karıştırılıyor değil mi... panik oldum diyorlar... doğrusu paniğe kapıldımdır oysa. Sesli harfleri yutar olduk konuşurken. Hatırlıyorum, "Cadı Kazanı"nın provasındayız. Oyunun bir yerinde arkadaşım Alla şükür dedi, Allaha şükür demesi gerekirken. Babam provayı kesiti hemen:"Yapmayın bunu... diksiyon dersine mi döneceğiz yeniden" dedi. Hiç unutmam o anı

" Cüneyt Gökçer gibi bir babaya sahip olmak gurur verici kuşkusuz. Ona layık olmaya çalıştım hep. Babam hocam, genel müdürüm, partnerim her şeyimdi o benim...

"Dizi setinden fırlayıp, o yorgunlukla tiyatroya ucu ucuna yetişip sahneye çıkmak, bu bana çok doğru gelmiyor aslında. Babam oyunu varsa, dinlenmeye çalışır, başka bir şeyle uğraşmazdı gün boyunca... iki saat önce gelirdi tiyatroya ses çalışması yapardı... bu yolda yürüdüm ben de, böyle gördüm çünkü. Ciddiye aldım işimi...

"70 lerin hemen başı, "Damdaki Kemancı'yı oynuyoruz. Alev Sezer ile döner platformda tam sahne gerisindeyiz altımız boş... babam tiradını söylerken... deprem oluyor... babam beni düşünüyor bir an, sonra seyirciyle ağzına kadar dolmuş salona bakıyor... tiradı keserse salonda büyük bir panik olacağı kesin... devam ediyor... o birkaç saniye asırlar gibi geliyor ona ve tabii hepimize... "

Ve bir başka anekdot.

Sevgili Doktor’ da Cihan Ünal ile oynadıkları bir sahne...

Ünal, rol gereği ön sırada oturmuş, kendisine " ille oynamalım... bir kez olsun beni izlemelisiniz " diye yalvaran Deniz Gökçer'i ilgisiz bakışlarla süzmekte. İşte ne olduysa o zaman oluyor, Cihan Ünal yanında oturan kadın izleyicinin kolunu çekiştirmesiyle irkiliyor bir an:" Bırak evladım bak nasıl hevesli.. yazıktır, müsaade et oynasın bari... kıyamam. Çok da güzel... "

" Babamın rejisörlüğünü yaptığı"Kireçli Bahçe"nin bir yerinde tavuk yeme sahnesi var... ki rol gereği yer gibi yapıyor, oyunuma devam ediyorum. Neyse ışıklar söndü, tül perde indi... eh, dedim kendi kendime şimdi tavuk budunu şöyle rahatça... yerim tam ağzıma atacakken, birden ön sırada oturan Kasım Gülek ile göz göze geldik... o an yaşadığım mahçubiyeti anlatamam size. Babam, olur böyle şeyler, üzülme, rol kaldırıyor nasılsa, demişti.

"Tiyatro asla bitmeyecek... tiyatro seyircisi sayısal anlamda artıyor bunu yadsıyamayız... tamam salon sorunu devam etmekte hala... ama tiyatro bitti, diyenleri ciddiye almıyorum ben.

1960'ların ikinci yarısında Metin Erksan'ın Kuyu filmindeki genç kız rolü önerilmiş Deniz Gökçer'e. Eşi pek sıcak bakmayınca, hayır demiş. Zaten tiyatro tüm hayatını doldurmuş durumdayken, bir de film setlerinde olmanın pek gereği yokmuş zaten.

Ancak 1971 ilkyazında Acar Filmin Aşk Hikayesi filmi için yaptığı teklifi kabul etmiş Deniz Gökçer. Erich Segal'in romanından sinemaya uyarlanan ünlü Love Story filminin yerli versiyonunda Jennifer'ı yaşar kılmış. Jenifer Gül olmuş. Oliver da Taner.

Deniz Gökçer, Salih Güney, Münir Özkul, Yıldırım Önal, Nedret Güvenç, Erol Keskin, Zeki Alpan'lı "Aşk Hikayesi"yılın en çok hasılat getiren filmlerinin ilk sırasında yer almış. (Sahi bir parantez açalım burada ;Romeo ile Jülyet’ i oynadıkları günlerin birinde Çankaya Köşkünden telefon gelir. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın davetidir bu. Köşkte Aşk Hikayesi’ni Sunay ailesiyle izlerler. ) Hemen ardından Ediz Hun ile Asi Kalpler, Tarık Akan ile Aşkların En Güzeli ve sonrasında Tuzsuz Deli Bekir filmleri. Ve 90'ların hemen başında Genco Erkal ile önemli bir kompozisyona daha imza attığı Camdan Kalp. Dört sezon devam eden televizyon dizisi Baba Evi, sonrasında Aşka Sürgün ve Unutulmaz adlı tv. dizileri...


Hatırlıyorum;1971 yazı. Avcılar'da İETT Kampı'ndayız. Sabahtan beri, öylesine bir telaş var ki deniz kıyısında sormayın gitsin. Acar Film minibüsü gelmiş, park etmiş plaja. Koşuşan set görevlileri. Yanan spotlar... reflektörler. Nejat Saydam'ı hayal meyal ayrımsıyorum... bir köşede oturmuş izliyorum olup biteni. Salih Güney çevresini saran kalabalığın arasında kaybolmuş. Birden Deniz Gökçer'i görüyorum... bir ışıkla, bir tür haleyle kuşatılmış sanki. İşte yine o ses, radyo tiyatrolarından, arkası yarınlardan Anatevka'dan kopup gelmiş, tanıdığım, bildiğim. Yıllar önce duyup peşinde nice repliği sürüklediğim o ses. (Aradan bunca sene geçmişken, anlamlı, güzel, vazgeçilmez saydığım nice şey yitirilmişken, hatıralarımda hiç solmamış o ses. Deniz Gökçer'in bir ışık yağmuruna dönüşen yalın güzelliğiyle bütünleşmiş sanat gücü. Asla boşlukta asılı kalmamış yaşar kıldığı karakterler,tam tersine gerçek hayata taşınmışlar. Varolmuşlar. Deniz Gökçer'i Deniz Gökçer yapan tılsım bu işte. Kısaca, Deniz Gökçer üslubu, diyelim. )

Ne kadar çocuk varsa... verilen mizansen gereği, keman çalan Deniz Gökçer'in yanında müziğe eşlik edip avaz avaz şarkı söylüyoruz. Bu kadar atonal bir şarkı olur mu, olur. Hayatımda ilk kez bir filmde rol alıyorum.Rol alıyorum dediğime bakmayın tabii, seneler sonra Aşk Hikayesi’ni izlediğimde onca çocuk arasında kendimi zor tanıdım... ya da tanır gibi oldum.

''Buğulu bir cama ne yazarsınız'', diyorum. Bir an susuyor... aklına ilk gelen " Tiyatro" oluyor tabii. Keten beyazı çiçekler buluyorum masamda. Kadife çiçekleri olmalı, diyorum... unutulmuş. Birileri bırakmış olmalı.


Ve özellikle belirtmemiz gerekiyor ki; Deniz Gökçer, Türkiye Tiyatro Tarihi’ne damgasını vurmuş duayenlerden biri değil yalnızca, aynı zamanda Cumhuriyet’in Aydınlanma Felsefesi ile temellenen kültür/sanat rejiminin ve “Modern Türkiye Tiyatrosu’nun yaşayan en önemli figürlerinden” biri.

Modern devlet, psikolojik, sosyolojik, kültürel yönlerden yaratıcı, dinamik bireylerin yetişmesine katkıda bulunduğu için ilgilenir tiyatro ile. Aydınlanma felsefesini kendisine pusula edinen Cumhuriyet için de tiyatro sanatı, her alanda bireysel ve toplumsal yeniyi ya da devrimi imleyen, düşündüren ve değişime aracılık eden modern bir sanat dalı idi. Bilindiği gibi, tiyatronun kamusal bir olgu haline gelerek, ulus-devletlerin kimlik inşasında önemli bir yer tuttuğu modern sanat sürecinin tarihsel kökeni,17.yüzyılda Fransa’da kurulan Fransız Güzel Sanatlar Akademi’sine kadar uzanıyor. Bu akademi, “evrensel, ince ve medeni bir beğeni ve bilgi oluşturma” amacı güdüyor, eğitimsiz kitlelerin eğitimi ve medenileşmesi için çalışmayı ilk edinmişti. Ayrıca, tragedyadan resme kadar bütün sanat dallarında belli temel kurallar ve klasik bir beğeni algısı geliştirmeyi de hedefliyordu.(1) Benzer hedefler doğrultusunda yola koyulan Cumhuriyet Tiyatrosu’nun öne çıkan isimlerinden biri olarak Deniz Gökçer, bu gelişime vurgu yapıyor ve işe tiyatronun hem göze, hem de kulağa hitap etmesi bakımından, “toplumun eğitiminde” en çok kullanılan görsel sanatların başında geldiğini belirterek başlıyor.

Halkın kültür seviyesinin yükseltilmesinde, sanatın bireyleri etkileme özelliğinden yararlanmak, sanatsal faaliyetlerin devlet himayesi altına alınmasını gündeme getirir. Sanata bu yaklaşım, devlete sanatsal faaliyetleri örgütleme misyonunu yükler. (2) Modernizmin, toplumsal yaşamın hemen tüm alanlarına yansıdığı bir süreçte, yenilikçi, bağımsız, aynı zamanda özgün, kendi değerlerine sahip bir ülkenin kuruluşunu gerçekleştirmek isteyen Cumhuriyetin kurucuları, sanatın da hamisi olurken, kendilerini “cumhuriyetin neferleri” olarak tanımlayan tiyatro insanları ülküleri için canla başla uğraş verirler. Modern Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, “tiyatro” önemli bir iletişim aracı olarak gündeme alınır ve “muasır medeniyetler seviyesine yükselme” ereğinin bir aracı olarak görülür. Ülkede tiyatro sanatının gelişmesini ve tanınmasını, geniş kitlelerin bu sanattan yararlanmasını ve yeni rejimin nimetlerini anlayacak, onu benimseyip koruyacak, “yeni insan”ın oluşumunda rol alması beklenir tiyatrodan. Bu nedenledir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, bu sanatın ülkede gelişmesi ve yaygınlaşması için bizzat öncülük etmişlerdir. Gökçer’in adeta içine doğduğu ve yıllarca sahnelerinde ter döktüğü Devlet Tiyatroları’nın tarih sahnesine çıkışı işte böyle bir iklimde gerçekleşir.

Henüz modern anlamda gelişmemiş bir ülkenin tiyatrosu olarak yola çıkan Devlet Tiyatroları, Cumhuriyetin kuruluş ülkülerinin izlediği yolla paralel bir seyir izler; bu ülkelere olan inanç zayıfladığı zaman duraklar, hatırlandığı zaman yeniden hızlanır ama, onlardan bağımsız bir çizgi izlemez altmış dört yıllık geçmişi boyunca. Nitekim, Gökçer’in belirttiği gibi, bugün de bir buhran sürecinden geçmektedir Devlet Tiyatroları. Neo-liberalizmin hegemonyasını inşa ettiği günümüzde, yeni bir ekonomik yapılanma ve politik anlayışla karşı karşıya kalan ve kuruluşunda kendisine verilen ödevleri yerine getirememe tehlikesi ile karşılaşan Devlet Tiyatroları, “kuruluş ülküsü”ne sahip çıkıp, kurumu çağın ve tiyatro sanatının istekleri doğrultusunda yenileme arayışında .(3) Sanatsal ürünleri, gerek yaratım sürecinde, gerekse sunum-paylaşım sürecinde, arz-talep ya da kâr-zarar ilişkisi bağlamında alınıp satılabilen bir meta konumuna indirgeyen neo-liberal yaklaşım, sanat yapıtının yaratıcısı, yorumlayıcısı ve seyircisi ile oluşturduğu atmosfer açısından “biricik” olduğunu anlamaktan uzaktır. Bu biricik yapıt, artı değer yaratarak kâr elde etmek için bedellendirilemez özünde. Tiyatro insanı, “meta ilişkilerinin cenderesine sokulmaya çalışıldığında” ürettiği ürün “biricik” olmaktan, hatta “sanat” olmaktan çıkar. Oysa, modernizm eleştirisi üzerinde temellenen ve neo-liberalizm çağına eşlik eden “postmodernizm”, sanatta küreselleşme, metalaşma, ticarileşme, medyatikleşme süreçlerinin sonuçlarını takip eder. Postmodernizmin, “herşey mübah” (anything goes) sloganının içerimi “görelil”iktir ve bu slogan sanatın amacının, öneminin, hatta değerinin belirsizliğine işaret eder. (4)
Avrupa’nın dört asırda aldığı yolu, büyük bir modernleşme hamlesiyle lırk,elli yılda yılda almaya çalışan Türkiye’de; Ulusal/insani gelişimin motor güçlerinden biri olan devlet tiyatrolarının varlığı, Deniz Gökçer gibi değerli oyuncularının cesareti ve çabası, modern gelişim tarihi açısından büyük önem taşıyor. Zira, modern sanat, salt bir ulus inşası aracı olmanın ötesinde, var olmayan modernliği ve modern kurumları temsil eder. Gökçer’in, devlet tiyatrolarının kapatılması söz konusu olduğunda gösterdiği haklı tepkinin temelinde, ulusal uygarlığın ve çağdaşlaşmanın, modern toplumun oluşumunda tiyatronun tuttuğu yerin doldurulamaz oluşu yatıyor. İşte bu nedenle, Aydınlanma Felsefesi’nin öğretilerini, on yıllarca, ülkenin pek çok kentine, milyonlarca insanına taşımış bir yapının mutlaka korunması gerekliliği okunuyor kararlı bakışlarında. Zira, modern sanatın özerkliği, insanlığın tarihsel ilerlemesindeki özel misyonundan ötürüdür; ne bilimin ne siyasetin araçlarıyla yerine getirilemeyecek bir misyondur bu.

Gökçer, söyleşimiz esnasında, dil eğitiminin önemini, tiyatrocuların dilin yaşatılması konusunda toplumun öncüleri olmaları gerektiğini, verdiği diksiyon, fonetik, artikülasyon bozuklukları örnekleriyle açıklarken, nüansları bile çok önemseyen, son derece titiz bir tiyatro eğitmeni olduğunu gösteriyor. Amatör tiyatrolarda başlayan “dilde yozlaşma” sürecinin giderek şehir ve devlet tiyatrolarına dahi yansıdığını tespit ediyor. Dilde yaşanan erozyonun toplumsal/tarihsel önemine işaret ederken, toplumsal aydınlanmada eğitsel bir işleve sahip olan modern tiyatronun, “dil” aracılığıyla bir coğrafyada yaşayan insanların ve çeşitli toplulukların iletişimine, bütünleşmesine ve ilerlemesine hizmet ettiğini anımsatıyor. Ulusal yapının harcında vazgeçilmez bir yapı olan “dil”de, günümüzde özellikle gençler arasında yaygınlaşan yozlaşmanın, tiyatroya da sirayet etmiş olması, tam da bu alanda öncü olması gereken tiyatrocuların bu erozyona kapılarak sürüklenmeye başlamaları, O’nun için büyük bir acı ve endişe kaynağı.

Gökçer’in ısrarla üzerinde durduğu “dil”, tiyatro sanatı için yaşamsal öneme sahip ve sanatsal biçimini belirleyen bir temel unsur aslında. Nitekim, ifade dilinin ayırt edici özelliği, ifade edilen şeyin ifadeden ayrılamaz oluşudur. Sanatsal doğa, tıpkı doğadaki güzel gibi, biçim dilini konuşur; biçim dili sanat eserini olduğu şey haline getirir, yani dil sanat eserinin varlık tarzıdır. Pek çok düşünür için, sanatlar içinde “belagat”ın en önemli sanat sayılması boşuna değildir. (5) Modern sanat için dil, keyif ya da gündelik kullanıma terk edilemeyecek kadar önemli bir olgudur. Cumhuriyet’in ulusal dilin korunması ve geliştirilmesi amacı, yaşanan toplumsal değişimle birlikte baltalanırken, aynı sürecin, tiyatroyu metalaştırma ve devlet tiyatrolarını özelleştirme, popüler kültürü hakim kılma vb. arayışlara eşlik etmesi elbette tesadüf değildir.

Nietsche, yaratıcı etkinlik bakımından sanatı “güç-istemi”nin bir şekillenmesi olarak görür. Çünkü güç-istemi, özünde kendini ileri sürme olarak sürekli bir yaratmadır. Sanat, güç-istemi şekillendirmelerinden (din, ahlak, toplum, bilim ve felsefe) yalnızca birisi değil, fakat en yüksek biçimidir de. Çünkü sanat ve onun mihenk taşlarından tiyatro, kendini yaratan ve yaratılmış şeyler oldukları ölçüde bütün varolanların en temel “olup bitmesidir”. Bu temelin farkında olan bir bilge edasıyla gülümsüyor Deniz Gökçer. Tüm olumsuz gelişmelere, tiyatronun üzerinde dolaşan kara bulutlara rağmen umutla gülümsüyor. Tiyatronun geleceğinin asla karanlık olmadığını, genç tiyatrocuların, sayıları artan tiyatroların ve sahnelerin farklı biçimlerde de olsa tiyatroyu ayakta tutarak yaşatmaya devam edeceklerini, hiçbir gücün tiyatroyu yok edemeyeceğini belirtiyor.

Nasıl ki, estetik nesnenin bir hakikati varsa, aynı şekilde sanatçının da bir hakikati vardır ve bu, eserlerinde mevcuttur; sanatçının biyografisine indirgenemez. Tersine, tarih bu gerçeği hesaba katmak zorundadır. Sanatçı, yaratıcı öznelliğin kendisinde ikamet ettiği kişidir ve bu öznellik bir insan olarak onun kişisel tarihinde değil, fakat eserinde görünür olur. Herşeyin metalaştırıldığı bir tarihsel süreçte “sanatsal aşkın” mümkün olup olmadığını soran Erich Fromm’a yanıt veren Donald Kuspit, “Evet, ilke olarak bu mümkündür, ama ancak sanatçılar maddi baskılardan kaçabilirlerse, şöhret hırslarından arınıp eğlence sektöründen ve popüler beğeniden uzak durabilirlerse” derken, (6) Deniz Gökçer gibi bir sanatçının aşkınlığını ve sanat aşkını dile getirmektedir adeta. Gökçer, zirvede bir isim olarak bu tuzaklardan uzak kalabilmeyi yıllar yılı başarmıştır.

Antik tragedyaların hemen hepsinde, kahraman, kendisinin zararına olsa da, “doğru” olanı seçer. Burada “doğru” kendisinden yana değil, ama toplumun genel çıkarından yana olandır. Seçimi onun yıkımı olur. Ancak hiçbir antik kahraman yıkımından kaçacağı seçimleri yapmaz. Bu bilinçli tercih, onun trajedisini oluşturur. Tiyatroda buna “trajik ironi” denir. Atatürk’ün “Sanatçı, toplumda, alnında ışığı ilk hissedendir!” sözü deşifre edildiğinde şu anlama gelir: Gerçek sanatçıların hepsi Prometheus’tur! Prometheus sözcüğünün karşılığı, “önce gören” ya da “ilk bilen”dir; insana ateşi veren ve bunun için ceza çeken Prometheus! (7) Cumhuriyet Tiyatrosu’nun kurucu öncülerinden kabul edilen Mediha-Cüneyt Gökçer’den devraldığı aydınlanma bayrağını yükseltirken, alnındaki ışıkla aydınlanan yüzü, bir tiyatro insanı olarak varlığı ve duruşuyla içimizi ısıtıyor, umudumuzu diriltiyor. Hiç kuşkusuz, Deniz Gökçer, çağdaş oyunculuk anlayışı ve kimliğiyle Türkiye Tiyatrosu’nun Prometheus’larından biri!

Pınar Çekirge - Yavuz Pak

Kaynakça:


1. Kreft, Lev. “Sanatın Siyaseti ve Siyasetin Sanatı”, Sanat/Siyaset-Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika, ed. Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s:26.

2. Öndin, Nilüfer. Cumhuriyetin Kültür Politikası ve Sanat 1923-1950, İnsancıl Yayınları, İstanbul, 2003, s:69

3. Haşar, Sündüz. Bir Cumhuriyet Kurumu Olarak Devlet Tiyatroları, 1980 Sonrası Ortaya Çıkan Değişim Politikaları ve Devlet Tiyatroları Sanatçılarının Geliştirdiği Yeniden Yapılanma Çalışmaları, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2008, s:7

4. Kreft, Lev. a.g.e. s:39

5. Altuğ, Taylan. Son Bakışta Sanat, YKY_Cogito Yayınları, İstanbul, 2012, s:226

6. Kuspit, Donald (2006) Sanatın Sonu, Metis Yayınları; İstanbul, 2010, s:245

7. Haşar, Sündüz. a.g.e., s:111

Yazarın Tüm Yazıları


Paylaş      
Yorumlar

Bu Oyun Hakkındaki Görüşlerinizi Paylaşın !

İsim
Mail  (Yayınlanmayacak)
Yorum
Güvenlik Kodu= 619
Lütfen bu kodu yandaki kutuya yazınız
 

    Son Eklenen Yazılar     En Çok Okunan Güncel Yazılar
27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN (Ahmet Yapar)
YOKLAMA LİSTESİ (Skeç)
    Tüm Tiyatro Yazıları

    Bu Tarihte Yayınlanan Diğer Yazılar
    Bu yazının yayınlandığı tarihte gündemdeki diğer yazılar aşağıda listelenmiştir...

  • Buyer & Cellar: Barbra Streisand patronunuz/yeni en yakın arkadaşınız olursa!... (Ali Kemal Güven) - 7/8/2013
  • Çok Yıllık Karıma Çok, Ama Çok Açık Mektup (Üstün Akmen) - 6/26/2013
  • Maktülün Son Sözü 'Filifu' Oldu: Katilcilik (Üstün Akmen) - 6/24/2013
  • Toplum - Sanat - Ülke (Erdal Yıldırım) - 6/24/2013
  • Salieri ile Mozart: -Önce Müzik Sonra Söz- ve -Opera Müdürü- (Üstün Akmen) - 6/22/2013
  • Başbakanımız Efendimiz AKM İçin Yalan Söylemeyi Sürdürüyor (Üstün Akmen) - 6/22/2013
  • Bette Midler 30 Yıl Aradan Sonra Broadway'de Gişe Rekoru Kırıyor! (Ali Kemal Güven) - 6/22/2013
  • Güngör Dilmen'e Saygı: Aşkımız Aksaray'ın En Büyük Yangını (Üstün Akmen) - 6/20/2013
  • Huzura Alınmak, Padişahım Çok Yaşa Diyerek Secdeye Varmak (Üstün Akmen) - 6/20/2013
  • Ağaç Bir Baskının Simgesidir (Yurdagül Yurtseven) - 6/14/2013
  • DENİZ GÖKÇER'i dinlerken.. (Pınar Çekirge - Yavuz Pak) - 6/10/2013
  • Darwin'in Kaplumbağası (Cüneyt İngiz) - 6/10/2013
  • Günlerden Cumartesi, Meydanlardan Taksim (Nedim Saban) - 6/7/2013
  • Twitter Belası (Nedim Saban) - 6/7/2013
  • Boyun Eğmedik, Eğmeyeceğiz... (Üstün Akmen) - 6/6/2013
  • Son Oyun - Bir Ülke İçten Nasıl Bölünür??? (Deniz Zengin) - 6/6/2013
  • Samsun'da, -Baban Kimdi Bilemezdin- Deniliverince: Neyzen (Üstün Akmen) - 5/29/2013
  • Açıkça'dan Dut Şerbeti… (İhsan Ata) - 5/27/2013
  • Yaşamaya Dair (Üstün Akmen) - 5/27/2013
  • Devlet Benden Korkar Çünkü Tiyatrocuyum... (Kaan Erkam) - 5/26/2013
  • Taksim'de Kendi Kendine Takılmak… (Arda Aydın) - 5/25/2013
  • Antalya'da Sevgi, Merhametsizlikle Yer Değiştirirken: Othello (Üstün Akmen) - 5/25/2013
  • Bir Oyuncu; Şebnem Köstem (Pınar Çekirge - Yavuz Pak) - 5/24/2013
  • Kitap İncelemesi: Yargıtatör (Tiyatro Oyunu) (Serkan Fırtına) - 5/24/2013
  • Masalların Duvarları Yüksek Olur: Peri Devden Korkuyor (Üstün Akmen) - 5/21/2013
  • Memet Ali Alabora Röportajı (Ulya Altıntaş) - 5/17/2013
  • Evrim, Ya Geriye Doğru da İşlerse: Kaplumbağa (Üstün Akmen) - 5/15/2013
  • Yar Bana Bir Ödül (Nedim Saban) - 5/15/2013
  • Hint Uygarlığı ve Tiyatrosu Üzerine (Serkan Fırtına) - 5/11/2013
  • Ödüllendirilemeyenler (Nedim Saban) - 5/11/2013
  • Made In Birol Güven Damgası Sahnede: Yatak Odası Diyalogları (Üstün Akmen) - 5/11/2013
  • Bir Hışmınan Geldi Geçti Globe Theatre, Peh, Peh, Peh: Kral Lear (Üstün Akmen) - 5/6/2013
  • Pal Sokağı Çocukları - Ankara Devlet Tiyatrosu (Kurtuluş Bilgilioğul) - 5/6/2013
  • Gay Olmak ya da Olmamak; Nathan Lane'li -The Nance- Broadway'de… (Ali Kemal Güven) - 5/2/2013
  • Aşkın Yeni Adresi - Taj Express (Kurtuluş Bilgilioğul) - 5/2/2013
  • Genç Yazar Uğur Saatçi Gene Trabzon'da: Bu Da Geçer Ya Hu (Üstün Akmen) - 5/2/2013
  • Othello Rize'de (Gülseren Engin) - 5/2/2013
  • Muhsin Hoca Kime Teslim??? (Nedim Saban) - 4/30/2013
  • Hayatı Seçmek mi Onuru Korumak mı: Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü (Üstün Akmen) - 4/27/2013
  • Su ve Ateş Anıları (Kurtuluş Bilgilioğul) - 4/26/2013
  • Muhsin Ertuğrul; Türk Tiyatrosunun Simurg'u.... (Murat Örem) - 4/26/2013


  • Tiyatro Kursu Başlıyor!
    1 Mayıs'tan itibaren her ÇARŞAMBA Kadıköy'de!
    Çalışanlara yönelik hobi sınıfı!



    Duyuru Panosu!



    Son Eklenen Tiyatro Oyunları

         Güncel Yazılar

    Yazar olmak ister misiniz?
    Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...

    Mail Listemize Üye Olun

         Güncel Haberler
    Tiyatro Maydanoz, Nazım’ın Kadınları ile Sahnede
    Tekin Deniz: Dümbüllü kavuğunu kimseye devretmedi

    Tiyatro Dünyası'nı takip Edin
     
     |  ..